Generic selectors
Exact matches only
Search in title
Search in content
Post Type Selectors

HPV (Hüman Papilloma Virüs) nedir?

HPV veya tam adıyla Human Papilloma Virüs, insanlarda oldukça yaygın olarak görülen ve genellikle herhangi bir belirtiye neden olmasa da, bazı durumlarda genital siğil ve kansere yol açabilen bir virüstür. Bu nedenle, özellikle kadınlar için aşılama ve tarama testleri büyük önem taşır.

HPV (Hüman Papilloma Virüs) nedir?

HPV, insan epitel hücrelerine yerleşen bir virüs ailesidir ve şu ana kadar 200’den fazla farklı tipi tespit edilmiştir. “Human” ismi, sadece insanları enfekte edebildiği için kullanılmaktadır. HPV’nin birçok farklı tipi ağız, boğaz ve genital bölgeyi etkileyebilir. HPV’nin el, yüz veya vücudun diğer bölgelerinde bulunan tipleri farklıdır, ancak genital bölgede görülen tipler özeldir. HPV ile enfekte olan bir kişi, genellikle herhangi bir semptom göstermeyebilir, bu nedenle kişinin HPV ile enfekte olup olmadığını belirlemek için özel testler gerekebilir. HPV virüsü çoğu kişide herhangi bir soruna neden olmaz ve çoğu enfeksiyon kendi kendine düzelir. Ancak bazı HPV tipleri ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir.

HPV virüsü nasıl bulaşır?

HPV virüsü, insan cildinde canlı olarak bulunabilen bir virüs olduğundan, genellikle cilt teması yoluyla bulaşır. Genital HPV’nin en yaygın bulaşma yolu ise cinsel temasla gerçekleşir. HPV taşıyan bir erkek veya kadınla cinsel ilişki sonrasında virüs diğer kişiye bulaşabilir. Genellikle cilt temasıyla bulaşmasına rağmen, HPV belirli bir süre boyunca dış ortamda canlı kalabilir. Ayrıca HPV, sıkça kullanılan dezenfektanlara (Glutaraldehit, etanol, izopropil alkol gibi) karşı da hayatta kalabilir.

HPV ile temas genellikle cinsel yolla olmasına rağmen, bazen cinsel temas dışında da bulaşabilir. Nadiren de olsa sauna, hamam, umumi tuvaletler gibi ortak kullanım alanlarından da bulaşabilir. Ayrıca genital organlara temas eden eşyaların ve giysilerin ortak kullanımı sonucunda da bulaşabilir. Hatta küçük çocuk ve bebeklerde görülen genital HPV enfeksiyonunda, en sık etken bakım veren ebeveynlerin elleri yoluyla virüs bulaşabilir.

Başka bir bulaşma yolu da gebelik sürecinde annede aktif genital HPV enfeksiyonu bulunmasıdır. HPV pozitif olan annelerin normal doğum yapmaları, bebeğin ses tellerinde siğil oluşumuna neden olabilir. Bu nedenle aktif genital HPV enfeksiyonu olan gebelerde sezaryen ile doğum tercih edilebilir.

Yapılan çalışmalarda genç kadınlarda HPV görülme sıklığı yaklaşık olarak %20 civarındadır. Yani ülkemizde yaklaşık her 5 kadından birinde HPV virüsü bulunmaktadır. HPV ile temas sonrasında genital siğil gelişimi genellikle 3 hafta ile 8 ay arasında gerçekleşir. Ancak siğil veya rahim ağzı hastalığı gelişmeden önce bazı kişilerde HPV yıllarca sessiz kalabilir. Bu nedenle hastalığın ne zaman veya kimden bulaştığını belirlemek mümkün olmayabilir.

HPV virüsünün bulaşmasını cinsel ilişki sırasında kondom kullanılması önler mi?

HPV virüsünün cinsel yolla bulaşmasını önlemek için kullanılan yöntemlerden biri kondom (prezervatif) kullanmaktır. Cinsel ilişki sırasında kondom kullanmak, HPV’nin bir kişiden diğerine geçme riskini azaltabilir. Virüsün bulaşma potansiyeline sahip herhangi bir cilt teması, cinsel ilişkinin başından sonuna kadar kondom kullanımının önemli olduğunu gösterir. Erkeklerin kullandığı prezervatifler korunmada yaygın bir yöntemken, kadın prezervatifleri de bir seçenek sunar. Ancak, prezervatifler genital bölgenin tamamını kaplamadığı için HPV bulaşmasını yüzde 100 engelleyemeyebilir.

HPV belirtileri nelerdir?

“Kadınlarda HPV virüsü ve belirtileri” ile “Erkeklerde HPV virüsü ve belirtileri” en çok merak edilen sorular arasındadır. HPV enfeksiyonu genellikle belirti vermez. HPV’nin siğil oluşturan tipleri genellikle genital siğiller şeklinde belirti gösterir. Diğer tipleri ise sadece Pap smear testi ve HPV testi ile tespit edilir. HPV, kadınlarda virüsün yerleştiği bölgelere göre farklılık gösterir. Cilt bölgesinde siğiller görülebilir, bunlar karnabahar benzeri ağrısız kabarıklıklardır. Rahim ağzında ise doktor kontrolü sırasında kızarıklıklar fark edilebilir. Kişiler herhangi bir şikayet yaşamasalar bile düzenli jinekolojik kontrollerin aksatılmadan yapılması son derece önemlidir.

HPV enfeksiyonunun kendiliğinden gerilemesini engelleyen ve yayılımına neden olan faktörler nelerdir?

HPV enfeksiyonu sonrasında, müdahale gerektirmeden 1 yıl içinde hastaların %80’inde, 2 yıl içinde ise %90’ında enfeksiyon kendiliğinden kaybolmaktadır. Bu hastaların %8-9’unda enfeksiyon 2 yıldan daha uzun süre devam edebilir ve tüm hastaların %1’inden azında yıllar içinde invaziv rahim ağzı kanseri gelişebilir. HPV enfeksiyonundan rahim ağzı kanserine geçen süre genellikle on yıllarla ifade edilir. Ancak çok nadir durumlarda kanser gelişme olasılığı daha kısa sürede de mevcuttur. HPV enfeksiyonunun kendiliğinden gerilemesini engelleyen ve yayılmasına neden olan faktörler şunlardır:

  • Zayıf bağışıklık sistemi
  • Sigara kullanımı
  • Kanser tedavileri
  • Uzun süreli steroid türü ilaç kullanımı
  • Hamilelik
  • Yorgunluk
  • HPV dışında kalan ve sık tekrarlayan genital hastalıklar

HPV’nin rahim ağzında kalıcı olmasını artıran risk faktörleri nelerdir?

Rahim ağzında HPV’nin kalıcı olma riskini artıran faktörler genellikle değiştirilebilir risk faktörlerinden oluşur. Bu faktörler şunlar içerebilir:

  • Yüksek riskli HPV ile enfekte olmak
  • Sigara kullanımı
  • Bağışıklık sistemini zayıflatan durumlar
  • İmmunsupresan ilaç kullanımı (steroid vb.)
  • Organ nakli
  • Edinilmiş immün yetmezlik (HIV, AIDS)
  • Ailesel immün yetmezlik sendromları
  • İleri yaş
  • Çok partnerli cinsel yaşam
  • İlk cinsel ilişkinin 21 yaşın altında olması
  • Uyku düzensizliği
  • Stres
  • Dengesiz ve sağlıksız beslenme

HPV ile ilişkili kanserler nelerdir?

Yüksek riskli HPV tipleri tarafından tetiklenen ve HPV ile ilişkilendirilen kanserler arasında rahim ağzı kanseri, vajina kanseri, dış genital bölge kanseri (vulva kanseri), anal kanserler, ağız, dudak ve dil kökü kanserleri, baş-boyun kanserleri ve erkeklerde penis kanseri yer almaktadır.

HPV virüsünün tanısı nasıl konulur?

HPV testi, kesin bir tanı koymak için kullanılabilir. HPV testi, rahim ağzı kanseri tarama programının bir parçasıdır. Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de rahim ağzı kanseri taramasında HPV testleri kullanılmaktadır. HPV testinin temel amacı, bireyde rahim ağzı kanseri ile ilişkilendirilen yüksek riskli HPV tiplerinin varlığını tespit etmektir. Bu tarama işlemi HPV DNA-Pap smear testi olarak bilinir. HPV testi için, rahim ağzından özel bir çubuk ile örnek alınır. HPV tanısı için kan testi uygulanmaz. Tarama, 30-65 yaş arasındaki tüm kadınlara 5 yılda bir yapılır. Taramanın amacı, rahim ağzı kanseri olan kişilerin erken teşhis ve tedavi almasını sağlamak ve rahim ağzı kanserinin neden olduğu ölüm ve hastalık oranını azaltmaktır. Test sonuçlarından herhangi birinde anormallik bulunması durumunda, doktor uygun tedavi planını sunmalıdır.

HPV enfeksiyonunda tedavi yöntemleri nelerdir? HPV tedavisi nasıldır?

HPV enfeksiyonunun kendisi tedavi edilemese de, bu enfeksiyonun neden olduğu lezyonlar tedavi edilebilir. HPV ile temas sonrasında, genellikle vücut bağışıklık sistemi tarafından virüs atılır. Ancak genital siğiller ortaya çıkarsa, kimyasal koterizasyon veya elektrokoterizasyon yöntemleri ve yerel ilaçlar kullanılabilir. Riskli vakalarda, rahim ağzı daha ayrıntılı olarak incelenmek üzere kolposkopi yapılabilir. CIN lezyonlarının tedavisi cerrahi yöntemler gerektirir. Lezyonun yerine ve ciddiyetine bağlı olarak, rahim ağzının etkilenen bölgesi LEEP veya soğuk konizasyon yöntemlerinden biri ile çıkarılır.

HPV enfeksiyonundan korunmak için nelere dikkat edilmelidir?

HPV virüsünden hem erkeklerde hem de kadınlarda korunmak için atılacak ilk adım tek eşliliktir. Cinsel ilişki sırasında kondom kullanmak, HPV riskini azaltabilir. Ancak kondomlar genital bölgeyi tamamen kaplamadığı için tam bir koruma sağlamayabilirler, bu nedenle diğer önlemler de alınmalıdır. Özellikle cinsel yaşam başlamadan önce yapılan HPV aşısı, kadınlara ve erkeklere karşı en etkili koruma yöntemidir. Aşının en uygun zamanı 9-12 yaş arasındadır. Daha önce HPV enfeksiyonu geçiren kişilerde aşının koruyuculuğu daha düşük olabilir. Ayrıca aşıya verilen yanıt (antikor oluşumu), genç yaşlarda daha etkili olur.

Kuadrivalan HPV aşısı (4 HPV tipine karşı koruma sağlar) FDA tarafından onaylanmış olup hem kız hem de erkek çocuklara uygulanabilir. Bu aşı, kız çocuklarına veya kadınlara virüsle karşılaşmadan önce yapıldığında rahim ağzı kanseri vakalarının önemli bir kısmını önleyebilir. Ayrıca vajinal kanser ve vulva kanserine karşı da koruyucudur. Üstelik HPV aşısı, hem erkeklerde hem de kadınlarda genital siğilleri, anal kanserleri, ağız kanserlerini, baş ve boyun kanserlerini önleyebilir. FDA, kuadrivalan aşının 9-45 yaş arasındaki kişilere uygulanabileceğini belirtmiştir. Ancak 27-45 yaş arasındaki kişilerin aşı olmadan önce doktor tavsiyesi alması önerilir. HPV enfeksiyonunu tamamen önlemek mümkün olmasa da CIN/SIL lezyonlarını ve rahim ağzı kanserini önlemek için düzenli smear ve HPV testleri alarak, anormal sonuçlar durumunda uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması ile önlem alınabilir.

HPV aşısı kimlere yapılmamalıdır?

HPV aşısı, gebelik veya gebelik şüphesi olan kadınlara önerilmez. Ancak, gebelik sırasında fark edilmeden yapılan aşıların herhangi bir anormalliğe yol açtığına dair kanıt bulunmamaktadır. HPV aşılarının, gebelik sırasında anne veya bebek üzerinde zararlı etkilere neden olduğuna dair bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Bilinçsizce yapılan HPV aşıları sonrasında gebelik yaşayan kadınların ve bebeklerin takibi, toplumun genelinden farklı olumsuz sonuçlar göstermemiştir. HPV aşısına başlandıktan sonra gebelik oluşursa, kalan aşı dozlarının doğumdan sonraya ertelenmesi önerilir.

HPV aşısı seksüel olarak aktif olanlarda fayda sağlar mı?

Ülkemizde HPV aşısı henüz ulusal aşı programına dahil edilmemiştir. Önerilen uygulama yaş aralığı 9-14 yaş arasındaki kız ve erkek çocuklardır. Bu yaş grubundaki çocuklarda 0 ve 6. ay arasında 2 doz aşı, yeterli bağışıklığı oluşturduğu için bu yaş grubu için iki doz aşı önerilmektedir. 15 yaş ve üzerindeki kişilerde ise 0, 1 veya 2. ay ve 6. ay arasında 3 doz aşı yapılması önerilir. Son araştırmalar, özellikle 26 yaşına kadar 2 doz aşının yeterli olabileceğini göstermektedir. Cinsel yaşamı aktif olan kişilerde HPV aşısı koruyucu olsa da, cinsel temas yaşamamış kişilere göre koruma düzeyi daha düşük olabilir.

HPV aşısının yan etkileri nelerdir?

HPV aşılarının yan etki profili, diğer çocukluk çağı aşılarından farklı değildir. Hatta canlı virüs içermemesi ve viral enfeksiyona yol açmaması nedeniyle, canlı virüs aşılarından daha güvenli olarak kabul edilebilir. Dünya Sağlık Örgütü, HPV aşılarının fayda-zarar dengesinin kesinlikle fayda lehine olduğunu açıklamıştır. Mevcut HPV aşılarının tamamı güvenlik ve güvenilirlik testlerinden başarıyla geçmiştir ve yaklaşık 15 yıldır kullanılmaktadır.

HPV aşısı sonrası rahim ağzı kanseri olunabilir mi?

HPV aşısı olduktan sonra bile rahim ağzı kanseri riski bulunmaktadır. Çünkü aşılama sonrasında aşı içermeyen nadir HPV tipleri rahim ağzı kanseri oluşturabilir.

Aşı sonrasında HPV DNA ve  Pap Smear testi yaptırılması gerekli midir?

Rahim ağzı kanseri taramaları kapsamında yapılan HPV DNA ve Pap smear testleri, aşılanma sonrasında da düzenli olarak devam ettirilmelidir. Çünkü aşılama sonrasında nadir görülen HPV tiplerine maruz kalınabilir ve bu maruziyet rahim ağzı kanserine yol açabilir. Bu nedenle HPV tarama testleri aşılandıktan sonra da düzenli olarak yapılmalıdır.

HPV virüsü hangi hastalıklara yol açar?

HPV virüsü, 200’den fazla farklı tipe sahiptir. Bu tipler, kanser risklerine göre yüksek riskli (high risk) ve düşük riskli (low risk) HPV tipleri olarak sınıflandırılır. En yaygın yüksek riskli HPV virüs tipleri şunlardır: HPV 16, HPV 18, HPV 31, HPV 33, HPV 45, HPV 52, HPV 58. En sık rastlanan düşük riskli HPV tipleri ise şunlardır: HPV 6, HPV 11. Yüksek riskli HPV tipleri rahim ağzı kanserine neden olurken, düşük riskli HPV tipleri genital siğillere yol açar. Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de en sık görülen HPV tipleri HPV 16 ve HPV 18’dir. Rahim ağzı kanserine en çok neden olan HPV tipleri de HPV 16 ve HPV 18’dir. Rahim ağzı kanserinin yaklaşık %50’si HPV 16 ile ilişkilendirilirken, %20’si HPV 18 ile ilişkilidir. HPV virüsünün neden olduğu hastalıklar şunlardır: – Rahim ağzı kanseri – Rahim ağzı kanseri öncüsü hastalıklar (CIN1, CIN2, CIN3) – Dış genital bölge ve anüs çevresinde siğiller – Vajina kanseri – Dış genital bölge kanseri (vulva kanseri) – Anüs kanseri – Gırtlak kanseri ve ses tellerinde siğiller – Ağızda siğiller – Erkeklerde penis kanseri

HPV iltihap yapar mı?

Genital siğillere yol açan HPV (HPV 6, HPV 11) enfeksiyonu, vücut bağışıklığı düzgün çalışmıyorsa ve cinsel ilişkide prezervatif kullanılmazsa ortaya çıkabilir. İlişki ile enfeksiyon riski artar. Genital siğillerin vajinal akıntı ile doğrudan bir ilişkisi olmasa da, genital siğili olan kişilerde vajinal akıntı görülebilir.

HPV virüsü el ile bulaşır mı?

HPV virüsüne maruz kalmak için tam bir cinsel birleşme gerekli değildir; cinsel birleşme öncesi yakın temas yoluyla da bulaşabilir. Ayrıca HPV, genital bölge dışındaki deri ve tırnak aralarında da bulunabilir ve bu bölgelerle temas sonucu bulaşabilir.

HPV’nin görülme sıklığı nedir?

Düşük riskli tipleri (örneğin HPV Tip 1, 2, 4 gibi) el ve ayak siğillerine yol açarken, diğer düşük riskli tipleri (HPV tip 6 ve 11) genital bölgede siğillere neden olabilir. Yüksek riskli tipleri (örneğin HPV 16, 18, 31, 33, 35 gibi), rahim ağzında preinvaziv lezyonlara ve rahim ağzı kanserine yol açabilir. HPV enfeksiyonu, tüm dünyada cinsel yolla bulaşan hastalıklar arasında en yaygın olanıdır. Batı toplumlarında, cinsel olarak aktif kadınların yaklaşık olarak %70’inin hayatlarının bir döneminde en az bir kez HPV ile karşılaştığı tahmin edilmektedir. HPV enfeksiyonu, diğer cinsel yolla bulaşan hastalıklar gibi 18-30 yaşları arasında en sık görülür. Partner sayısı arttıkça, HPV enfeksiyonu riski de artar.

HPV’nin kansere dönüşme oranı nedir?

Rahim ağzı kanserlerinin yüzde 90’ından fazlası HPV enfeksiyonu ile ilişkilendirilmektedir. En sık görülen HPV tipleri HPV 16, 18, 31, 33, 45, 52 ve 58’dir. Sigara kullanımı, çoklu partner ilişkisi, bağışıklık sisteminin zayıf olması gibi nedenler HPV enfeksiyonu ve HPV’nin sürekli varlığını artırarak rahim ağzı kanseri riskini artırabilir.

Kolposkopi nedir? Kolposksopinin tanı konmadaki yeri nedir?

Rahim ağzı kanseri için yüksek risk taşıyan kişiler (smear testi sonuçlarında anormallikler, pozitif HPV testi sonuçları) belirlendikten sonra, rahim ağzı kanserine neden olabilecek lezyonları tespit etmek ve bunların erken tedavisini yapabilmek amacıyla başvurulan tanısal bir yöntem kolposkopidir. Kolposkopi cihazı, temel olarak rahim ağzını 8-20 kat büyütebilen bir mikroskop benzeri bir cihazdır. Rahim ağzı dokusunu daha ayrıntılı bir şekilde incelemeye olanak tanır. Ayrıca asetik asit ve lugol gibi özel solüsyonların rahim ağzı dokusunda meydana getirdiği değişiklikleri net bir şekilde gözlemleyerek, uygun bir yerden biyopsi alınması için doktoru yönlendirir. Alınan biyopsi sonuçlarına göre, bir sonraki adımda ne tür bir tedavi yolunun izleneceğine karar verilir.

HPV enfeksiyonunun risk faktörleri nelerdir?

HPV enfeksiyonu için risk faktörleri şunlar şeklinde sıralanabilir: İlk cinsel ilişkiye başlama yaşı, Birden çok cinsel partner, Cinsel partnerin birden fazla cinsel partneri olması ve Sigara kullanımı.

HPV hangi yaşlarda daha tehlikelidir?

HPV enfeksiyonu en sık olarak 20-29 yaş arasında görülür. Ancak bu yaşlarda görülen enfeksiyonların büyük bir kısmı vücuttan yaklaşık iki yıl içinde temizlenir. 35 yaşından sonra ortaya çıkan HPV enfeksiyonları veya devam eden enfeksiyonlar, rahim ağzı kanseri riski açısından daha yüksek bir risk taşır.

HPV aşısı etkin bir aşı mıdır?

HPV enfeksiyonundan sonra iyileşen kişilerin sadece yarısında, enfeksiyona neden olan virüs türüne karşı kalıcı bağışıklık gelişir. Bu, aynı virüs türü ile tekrar enfekte olabileceğimizi gösterir. Ayrıca, oluşan bağışıklık HPV türüne özgüdür ve diğer HPV tiplerine karşı koruma sağlamaz. Bu nedenle HPV aşısının önemi bir kez daha vurgulanır. HPV aşısı sonucunda oluşan antikorlar, aşının içerdiği HPV tiplerine karşı tam ve kalıcı koruma sağlar.

Hipotiroidi Nedir? Tedavisi Nasıldır?

Vücudumuzda, boyun bölgesinde yer alan ve erkeklerde daha belirgin bir şekilde adem elması olarak adlandırılan kıkırdak bölgesinin altında bulunan tiroid bezi, vücudun tüm hücreleri üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu tiroid bezi, T3 ve T4 hormonlarını üretir, bunları depolar ve ihtiyaç duyulduğunda bu hormonları kan dolaşımına salar.

Hipotiroidi Nedir?

Tiroid bezinin yetersiz çalışması durumu “hipotiroidi” olarak adlandırılır. Hipotiroidinin yaygın belirtileri arasında halsizlik, yorgunluk, konsantrasyon eksikliği, kabızlık, kolay üşüme ve soğuğa tahammülsüzlük bulunur. Bazen cilt kuruluğu, ciltte kabalaşma ve cilt renginde değişiklikler gibi dermatolojik sorunlar da tiroid bezinin az çalışmasına bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu durumda, bir endokrinoloji uzmanına başvurmak faydalı olabilir.

Tiroid bezinin yeterince çalışıp çalışmadığı, beyinde bulunan “hipofiz” adı verilen bölümden salgılanan “TSH hormonu” değerleri ile belirlenir. TSH, tiroid bezinde hormon üreten hücreleri uyararak daha fazla hormon üretilip kana karışmasını sağlar. Tiroid bezinin normalden az çalıştığı durumlarda, hipofizden TSH’nın kana verilmesi artar. Bu durumda yeterince tiroid hormonu salgılanamaz, metabolizma doğal olarak yavaşlar.

Hipotiroidi, bebeklerde ve çocuklarda büyüme ve gelişmede geriliklere neden olabilir. Tedaviye zamanında başlanmazsa, hipotiroidinin neden olduğu zeka geriliğinin düzelme şansı azalır. Yetişkinlerde ise vücutta ve metabolizmada genel bir yavaşlama görülebilir. Ancak yetişkinlerdeki hipotiroidi belirtileri tiroid hormonu tedavisi ile büyük ölçüde düzelir.

Hipotiroidi Çeşitleri

Tiroit bezi, yeterince tiroit hormonu üretemediğinde, buna primer hipotiroidi denir. Bu tür hipotiroidide vücudun diğer bölümlerinde herhangi bir sorun olmaz, sadece tiroit bezi işlevsizdir. Beyinden kaynaklanan hipotiroidilere ise sekonder ve tersiyer hipotiroidi adı verilir ve bunlar hipotiroidinin nadir türleridir. Hashimoto hastalığı, hipotiroidinin en yaygın görülen türlerinden biridir.

Primer hipotiroidi, tiroit bezinin yetersiz çalışmasından kaynaklanırken, sekonder hipotiroidi TSH yetersizliğine, tersiyer hipotiroidi ise TRH (Tiroit Salgılayan Hormon) yetersizliğine dayanır. Primer hipotiroidi tanısı, TSH seviyelerine göre konulur: – TSH 0.5-4 mIU/L arası normal kabul edilir (gebelik dışında) – TSH >4 mIU/L ise, T3 ve T4 seviyeleri normalse, bu durum subklinik hipotiroidiyi gösterebilir – TSH >10 mIU/L ise, T4 ve/veya T3 seviyeleri düşükse, açık hipotiroidiyi gösterir – TSH >10 mIU/L ise, T3, T4 seviyeleri düşük ve organ yetersizliği varsa, miksedem koma teşhisi konabilir.

Hipotiroidi Belirtileri

Hipotiroidinin belirtileri, birçok başka hastalığın belirtileriyle benzerlik gösterebilir. Bu belirtiler arasında halsizlik, yorgunluk, konsantrasyon güçlüğü, kabızlık, kolay üşüme ve soğuğa tahammülsüzlük yer alır. Ayrıca bazen cilt kuruluğu, ciltte kabalaşma ve cilt renginde değişiklikler gibi dermatolojik sorunlar da tiroit bezinin az çalışmasına bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Hipotiroidide sıkça görülen diğer belirtiler arasında ses kısıklığı, şişkinlik, el, yüz ve gözlerde şişme, cilt kuruluğu, saç dökülmesi, uyku bozuklukları, depresyon, adet düzensizlikleri, kilo artışı, konsantrasyon bozukluğu, hafıza zayıflığı, kansızlık, B12 eksikliği ve az terleme bulunur.

Hipotiroidi Risk Faktörleri

Hipotiroidinin en yaygın nedenlerinden biri, aile bireylerinde tiroit hastalıklarının bulunmasıdır. Bunun yanı sıra, bağışıklık sisteminin tiroit bezine karşı antikorlar üretip tiroit bezini hasarlaması da hipotiroidinin başlıca nedenlerinden biridir. Tiroit bezinin farklı sebeplerle tamamen veya kısmen cerrahi olarak alınması da kişilerde hipotiroidiye yol açabilir. Hipotiroidinin daha sık görüldüğü diğer durumlar ise şunlardır:

  • Toksik guatr tedavisinin ardından tiroit bezinin büyük ölçüde hasar görmesi.
  • İyot alımının çok yetersiz olduğu beslenme düzenleri.
  • Doğuştan tiroit bezinin olmaması veya tiroit hormonlarının yapımında doğuştan kaynaklanan bozukluklar.
  • Hipotiroidi, genellikle şeker hastalarında, kansızlık sorunu yaşayanlarda, 60 yaşın üstündeki kadınlarda, yüksek kolesterol seviyelerine sahip kişilerde, adet düzensizliği ve depresyona yatkınlığı olan bireylerde daha sık görülür.

Hipotiroidi Testleri ve Teşhisi

Geçmiş yıllarda teknolojik kısıtlılıklar nedeniyle birçok tiroit hastalığı teşhis edilemiyordu. Ancak günümüzde ilerleyen tıp sayesinde bu hastalıkların teşhisi genellikle birkaç kan testi ile mümkün hale gelmiştir. Erken teşhis, başarılı tedavilerin uygulanmasına olanak tanımaktadır. Ayrıca, tanı ve tedavi yöntemlerinin gelişmesiyle tiroit bezi kanserleri daha sık teşhis edilir hale gelmiş ve erken dönemde başarılı bir şekilde tedavi edilebilir hale gelmiştir.

Tiroit bezinin yeterince hormon üreterek çalışıp çalışmadığı, T3, T4 ve hipofiz bezinin ürettiği TSH hormonu testi ile değerlendirilir. Ayrıca, tiroit bezine karşı üretilen antikorlar (AntiTiroglobülin, AntiTPO) ve tiroit ultrasonografisi gibi yardımcı tanı testleri de bulunmaktadır. Dünya genelinde ve Türkiye’de yaygın olarak kullanılan TSH testi sonuçları anormal ise, diğer yardımcı testlere başvurulur. TSH değeri 3.90’dan yüksekse, tiroit bezinde bir sorun olabileceği düşünülebilir.

Hipotiroidi tedavisi, hastalık Hashimoto nedeniyle meydana gelmişse, tiroit bezi yıllar içinde hasar gördüğü için eksik hormonların yerine konulmasını içerir. Bu tedavi ömür boyu sürebilir. Tiroit bezinin düşük aktivitesi durumunda verilen hormon takviyeleri tablet formunda kullanılır. Bu tabletler mutlaka doktor gözetiminde alınmalıdır. Sabahları aç karnına, kahvaltıdan en az 30 dakika önce ve tek başına alınmalıdır. Bu ilaçların demir, mide ilaçları ve kalsiyum tabletleri ile birlikte veya yemekle alınması, emilimini etkileyebilir ve etkisiz hale getirebilir.

Tiroit ilaçları çoğu durumda gebelik sırasında da kullanılabilir. Ancak gebelik öncesi, bu ilaçların dozunun ayarlanması ve bazı durumlarda ilaç değişiklikleri gerekebilir. Tiroit hastası olan hamile kadınlar, gebelik ihtimalinin arttığı ve gebeliğin sağlıklı bir şekilde devam etmesi için endokrinoloji uzmanına danışmalıdır. Bebeğin sağlıklı büyüme ve zeka gelişimi için gereken ideal tiroit hormon değerleri, hamile olmayanlardan farklı olabilir. Bu nedenle gebelik süresince düzenli muayene ve tetkiklerle tiroit ilaçlarının dozu ayarlanmalıdır.

Bazı tiroit hastalıklarında (Sessiz lenfositik tiroidit, Subakut tiroidit gibi), tiroit bezi kalıcı olarak hasar görmez ve hastalık geçicidir, bu nedenle hipotiroidi de geçici olabilir. Hipotiroidi, sık görülen, tanısı ucuz ve hassas, tedavisi ise kolay olduğu için herhangi bir şikayet beklemeksizin 30 yaşından itibaren 5 yılda bir, 55 yaşından sonra ise iki yılda bir TSH testi ölçümünün yapılması önerilmektedir.

Hipotirodi Kilo Aldırır Mı Ve Nasıl Beslenmeli?

Hipotiroidi, tiroit bezinin yetersiz çalışması durumunu ifade eder ve bu durum aynı zamanda metabolizmanın yavaşladığı anlamına gelir. Bu nedenle, hipotiroidi hastaları genellikle önceki döneme göre %15 ila %30 arasında kilo artışı yaşayabilirler. Hipotiroidi hastalarının kilo kaybı için ilk adım, hastalığın tedavi edilmesidir. Özellikle menopoz döneminde, kadınların hipotiroidi ile birlikte kilo vermesi daha zor olabilir. Tiroit hormonu ilaçlarının düzenli olarak kullanılmasıyla birlikte, hastalar hormon seviyelerindeki düzelme ile kilo vermeye başlayabilirler.

Hipotiroidi ile ilişkilendirilen bazı minerallerin eksikliği kilo verme sürecini engelleyebilir. Manganez, krom, çinko, kalsiyum ve magnezyum eksiklikleri mutlaka telafi edilmelidir. Ayrıca, T4 hormonunun T3’e dönüşümünde selenyum, çinko, demir, bakır gibi minerallerin etkili olduğu düşünülmektedir.

Hipotiroidi sıklıkla yüksek insülin seviyeleri ile ilişkilendirilir. Bu durum kilo verme çabalarını zorlaştırabilir. Yüksek insülin seviyelerini azaltmanın önemli bir yolu, yüksek şeker içeren karbonhidratları tüketmemektir. Beyaz ekmek, şeker, makarna, patates, kek, tatlı, çikolata gibi yüksek şeker içeren gıdalar, insülin seviyelerini artırarak kilo verme sürecini engelleyebilir. Bu tür gıdalar yerine tam buğday unundan yapılmış ekmek (örneğin köylü ekmeği), kepekli makarna, nohut, kuru fasulye, mercimek, bezelye, sebzeler ve meyveler gibi besinler tüketilmelidir. Hipotiroidi hastalarında metabolizma yavaşladığı için alınan karbonhidratların (özellikle şekerli ve unlu gıdaların) sindirilmesi zorlaşır ve kan şekerinin hücrelere girmesi gecikir. Bu nedenle vücut, kan şekerini düşürmeye çalışmak için daha fazla insülin salgılar.

Epilepsi (Sara) Nedir? Tedavisi Nasıl Yapılır?

Halk arasında “Sara” hastalığı olarak bilinen epilepsi, kafa travması, ateş yükselmesi, enfeksiyon, yoğun stres, uykusuzluk gibi birçok nedenle tetiklenebilen ve birçok kişinin yaşam kalitesini düşüren bir hastalıktır. Yaklaşık olarak insanların %5’i yaşamları boyunca en az bir epilepsi nöbeti geçirebilirler. Ancak tek bir nöbet geçirmek, bir kişinin epilepsi hastası olduğu anlamına gelmez. Epilepsi belirtileri arasında ani kasılmalar, bilinç ve şuur kaybı, kontrolsüz sallantılar ve tek bir noktaya odaklanma yer almaktadır. Epilepsi nöbetleri, beyindeki sinir hücreleri veya nöron gruplarının yanlış sinyaller göndermesi sonucu ortaya çıkar ve bu nöbet anında kol ve bacak sallanması, kasılma ve bilinç kaybı gibi semptomlara neden olabilir.

Epilepsi, genetik faktörlerin etkisi olduğu düşünülse de anne-babadan çocuklara direkt olarak geçmez. Yani epilepsi kalıtsal bir hastalık değildir. Ancak bazı ailelerde daha fazla gelişme eğilimi olabilir. Epilepsinin oluşması için çeşitli dış faktörlerin bulunması gereklidir.

Epilepsi (Sara) Nedir?

Epilepsi olarak da bilinen nöbet hastalığı, beyin üzerinde etkili olan ve sık sık tekrar eden, nedeni bilinmeyen ve kontrol edilemeyen nöbetlerle karakterize edilen kronik ve nörolojik bir rahatsızlıktır. Epilepsi nöbetleri, beyindeki sinir hücreleri veya nöron gruplarının bazen yanlış sinyaller göndermesi sonucu ortaya çıkar ve bu nöbet sırasında kollarda veya bacaklarda sallanma, kasılma ve bilinç kaybı gibi semptomlar meydana gelebilir. Genetik faktörlerin epilepsi üzerinde etkili olduğu düşünülse de, hastalık anne-babadan çocuklara kalıtsal olarak geçmez. Yani epilepsi (sara hastalığı) kalıtsal bir hastalık değildir. Bununla birlikte, epilepsi gelişimi için bazı ailelerde daha fazla yatkınlığın olduğu görülebilir. Ancak epilepsi oluşumu için bazı dış faktörlerin de etkili olduğu bilinmektedir.

Epilepsi Çeşitleri Nelerdir?

Epilepsi nöbetleri farklı türlerde olabilir ve bunlar basit parsiyel nöbet, jeneralize nöbet ve kompleks parsiyel nöbet olarak sınıflandırılabilir. Bir kişinin hangi tür epilepsi nöbeti geçirdiğini bilmek, hangi epilepsi ilacının daha etkili olabileceğini belirlemede önemlidir. Epilepsi nöbetlerinin farklı türleri, etkiledikleri beyin bölgeleri ile ilişkilidir ve bazı hastalarda birden fazla nöbet türü görülebilir. Epilepsi nöbetleri şu şekilde sınıflandırılabilir:

Basit Parsiyel Nöbet

Olağandışı elektriksel aktivite beyinin küçük bir bölgesini etkilediğinde kısmi (fokal) bir nöbet meydana gelir. Nöbet sırasında kişinin farkındalığı etkilenmezse, bu nöbet türü basit parsiyel nöbet olarak adlandırılır. Basit parsiyel nöbetler şunlar olabilir:

  • Motor: Vücuttaki kasları etkileyen
  • Duyusal: Duyusal algıları etkileyen
  • Otonom: Otomatik işlevleri kontrol edenleri etkileyen
  • Psikik: Duyguları veya düşünceleri etkileyen


Jeneralize (Yaygın) Nöbet

Jeneralize nöbetler, beyindeki tüm bölgelerde aynı anda meydana gelen nöbetlerdir. Jeneralize tonik-klonik nöbetler, en yaygın görülen türdür. Bu tür nöbette hasta genellikle kasılır ve düşer. Ayrıca vücutta kasılma ve çırpınma gibi hareketler görülür. Bu tür nöbetler halk arasında “Sara nöbeti” olarak bilinir.

Kompleks Parsiyel Nöbet

Bu tür nöbetlerde bilinç etkilenir ve bilinç kaybı meydana gelir. Nöbet beyin loblarının birinde başlar. Bu tür nöbet, kafa travması, beyin tümörü veya inme gibi öyküsü olan kişilerde daha fazla risk altındaysa da herkesin yaşayabileceği bir nöbet türüdür. Kompleks parsiyel nöbet geçiren kişiler nöbet sırasında başkalarına veya çevrelerine tepki vermezler ve neler olduğunu hatırlamazlar. Bu süreçte hastalar boşluğa bakar gibi görünebilir veya başka bir şey düşünüyor gibi görünebilirler. Ayrıca birçok insan otomazitma adı verilen ağlama, gülmek, inilti, bağırma veya tekrarlayan konuşma gibi davranışları da sergileyebilirler.

Epilepsi Neden Olur?

Epilepsi vakalarının büyük bir kısmında kesin bir neden belirlenemezken, nedeni saptanabilen epileptiklerde sinirleri uyaran durumlar, doğumsal anomaliler, doğum travmaları, kafa travmaları, beyin damar hastalıkları, tümörler, beyin iltihapları ve aşırı alkol tüketimi gibi çeşitli nedenler rol oynayabilir. Epilepsiye yol açabilen diğer faktörler ise şunlardır: demans, yaş faktörü, başa alınan darbeler ve travmalar, nörolojik nedenler, inme ve diğer damar hastalıkları, beyin tümörleri, aşırı alkol ve uyuşturucu madde kullanımı, genetik faktörler (örneğin Down sendromu).

Bu tür epilepsiler genellikle kriptojenik veya idiyopatik olarak adlandırılır. Epilepsi nöbetleri kişinin yaşamının herhangi bir döneminde başlayabilir, ancak en sık olarak 20 yaşından önce, özellikle ilk üç yaş içinde veya ergenlik dönemine yakın bir zamanda görülür.

Epilepsi Belirtileri Nelerdir?

Epilepsi nöbetleri kontrol edilemeyen sallanma ve titreme, bilinç kaybı, donma, kol ve bacaklarda karıncalanma gibi semptomlarla kendini gösterir. Epilepsi nöbetlerinin geliştiğini işaret edebilecek bazı belirtiler şunlar olabilir: kontrol edilemeyen sarsılmalar ve titremeler, kol ve bacaklarda karıncalanma, başın ritmik olarak sallanması, ani ve hızlı göz kırpmaları, bir noktaya dalarak boş boş bakma, aniden yere düşme, nöbet anında kaskatı kesilme, bilinç kaybı, ağızdan köpük gelmesi, diş sıkma, dil ısırma, çevredeki kişilere tepki verememe, déjà vu deneyimi yaşama (daha önce yaşanmış gibi hissetme), olağandışı koku ve tat halüsinasyonları, hızlı kalp atışı ve hızlı nefes alma, el ovuşturma, dudak şapırdatma.

Şiddetli epilepsi krizlerinde ağızdan köpük gelmesi, diş sıkma, dilin ısırılması gibi belirtiler de görülebilir.

Epilepsi Nasıl Teşhis Edilir?

Tıbbi olarak, bilinen bir tıbbi durumdan kaynaklanmadığı durumlarda (örneğin alkol bırakılması veya kan şekerinin düşmesi gibi), iki veya daha fazla nöbet geçirilmesi, kişinin epilepsi hastası olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilir. Teşhis konmadan önce doktor fiziksel bir muayene yapar ve kesin nedenin belirlenmesi için kan testleri gibi ek testler isteyebilir. Ayrıca, nöbet sırasında kişinin belirtileri de değerlendirilir ve başka testlerin yapılması önerilebilir.

Epilepsi teşhisi için kullanılan yöntemler şunlardır:

  • EEG (Elektroensefalografi): Beyindeki elektriksel aktivite sorunlarını kontrol etmek için kullanılır.
  • Kan tahlili: Nöbetlere neden olabilecek enfeksiyon belirtileri ve diğer tıbbi problemler kan testleri ile incelenir.
  • BT taraması (Bilgisayarlı Tomografi): Beynin ayrıntılı görüntülerini çıkaran güçlü bir röntgen taramasıdır.
  • MR (Manyetik Rezonans Görüntüleme): Beyin görüntülerini çekmek için güçlü mıknatıslar ve radyo dalgaları kullanır. MR ayrıca beyindeki tümör veya enfeksiyonların varlığını tespit etmeye çalışır.

Epilepsi Tedavisi Nasıl Yapılır?

Epilepsi hastalığının tedavisi genellikle ilaçlarla ve cerrahi müdahale ile yapılır. Epilepsi tedavisinde en önemli nokta, nöbetleri kontrol altına almak için seçilen ilaçların düzenli ve dikkatli bir şekilde kullanılmasıdır. Hekim tarafından verilen ilaçların düzenli ve dikkatli bir şekilde kullanılması, nöbetlerin durmasına yardımcı olur. Her beş hastadan dördünde, doktorun önerdiği ilaçların düzenli kullanımıyla nöbetler kontrol altına alınabilir.

Anti-epileptik ilaçların her birinin farklı bir etki mekanizması olduğundan, hangi ilacın kullanılacağı hastanın nöbet türüne bağlıdır. İlaçlar, hastalığı tamamen iyileştirmez, ancak nöbetlerin önlenmesine veya sıklığının azaltılmasına yardımcı olur. Tedavi, bazı hastalar için ömür boyu devam ederken, bazı çocukluk çağı nöbetlerinde 15-20 yaşlarına kadar devam etmek yeterli olabilir.

Tedavi genellikle tek bir anti-epileptik ilaçla başlar ve ilaç dozu yavaş yavaş artırılır. İlacın yetersiz olduğu durumlarda, ikinci bir ilaç eklenir veya ilaç değiştirilebilir. Ancak ilacın yan etkilerini izlemek için hastanın düzenli aralıklarla kan testlerine tabi tutulması önemlidir. Epilepsi ilacının en sık görülen yan etkileri uyku hali, baş dönmesi ve denge kaybıdır. Epilepsi, bazı tipleri dışında sürekli bir hastalıktır ve bu nedenle hastanın düzenli olarak bir nöroloji uzmanı tarafından takip edilmesi gereklidir.

Epilepsi Risk Faktörleri Nelerdir?

Epilepsi hastalığına sahip olma riski, aşağıdaki faktörlere sahipseniz daha yüksek olabilir:

  • Yaş: Epilepsi genellikle çocuklarda ve yaşlı erişkinlerde başlar.
  • Genetik Faktörler: Ailenizde epilepsi hastalığı öyküsü varsa, epilepsi riskiniz artabilir.
  • Kafa Yaralanmaları: Bazı epilepsi vakaları kafa yaralanmalarına bağlı olabilir.
  • İnme ve Diğer Damar Hastalıkları: İnme ve diğer damar hastalıkları, beyin hasarına yol açarak epilepsi riskini artırabilir.
  • Sağlıklı Yaşam Tarzı: Alkol alımını sınırlamak, sigaradan kaçınmak, sağlıklı beslenmek ve düzenli egzersiz yapmak epilepsi riskinizi azaltabilir.
  • Demans: Yaşlı erişkinlerde demans, epilepsi riskini artırabilir.
  • Beyin Enfeksiyonları: Beyin veya omurilikte iltihaplanmaya neden olan enfeksiyonlar, epilepsi riskini artırabilir.
  • Çocuklukta Nöbetler: Yüksek ateş nedeniyle uzun süreli nöbet geçiren çocuklarda, başka sinir sistemi sorunları veya aile geçmişi varsa epilepsi riski artabilir.

Epilepsi Hakkında Sık Sorulan Sorular

Epilepsi öldürür mü?

Özellikle uzun süren nöbetler, acil tıbbi durumlar olarak kabul edilir ve kalıcı beyin hasarına veya ölüme neden olabilirler. Epilepsi vakalarında, nöbetlerin kontrol altına alınması için doktor gözetiminde epilepsi ilaçlarının kullanılması son derece önemlidir.

Epilepsi geçer mi?

Epilepsi, nöbetlerin tedavi edildiği ve durdurulmaya çalışıldığı bir hastalıktır ve anti-epileptik ilaçlarla tedavi edilebilir.

Stres Epilepsiyi Etkiler Mi?

Stres, epilepsi tetikleyicileri ve nedenleri arasında yer almaktadır ve epilepsi hastalığını olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle, epilepsi hastalarının hayatlarındaki stresi kontrol altına almaları büyük önem taşır.

Epilepsi Nöbeti Uyurken Olur Mu?

Epilepsi nöbetleri bazı kişilerde uyku sırasında, uykuya dalarken veya uyanırken meydana gelebilir. Bu tür nöbetler genellikle “gece nöbetleri” olarak adlandırılır. Gece nöbetleri, ani sarsıntı hareketleri, garip vücut pozisyonları veya kol ve bacak hareketleri, yüksek sesle ağlama veya çığlık atma ve uykuda dolaşma gibi belirtilerle karakterizedirler.

Endometriozis Nedir? Tedavisi Nasıl Olur?

Ülkemizdeki tüm üreme çağındaki kadınların yaklaşık %5-10’u, hamile kalamayan kadınların ise yaklaşık %25-30’u tarafından deneyimlenen endometriozis, tedavi edilmediğinde olumsuz sonuçlara yol açabilen bir durumdur. Endometriozis, şiddetli adet ağrıları ile kendini gösteren ve kısırlığın önde gelen nedenlerinden biri olarak kabul edilen bir durumdur.

Endometriozis Nedir?  

Endometriozis, normalde rahmin iç tabakasını oluşturan endometriumun, rahim dışında bulunduğu bir durum olarak tanımlanır. Bu hastalık genellikle karın alt bölgesi olarak adlandırılan pelvis bölgesinde ortaya çıkar. Ancak vücudun diğer bölgelerinde daha nadir görülebilir. Üreme çağındaki kadınların yaklaşık %5-10’unun etkilendiği tahmin edilen endometriozis, kısırlık riskini artıran en önemli faktörlerden biridir.

Endometriozis Belirtileri Nelerdir?  

Endometriozis belirtileri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  • Adet döneminde şiddetli ağrı,
  • Karın alt bölgesinde sürekli şiddetli ağrı,
  • Cinsel ilişki sırasında şiddetli ağrı,
  • Büyük tuvalete çıkarken zorlanma ve ağrı, bazen ishal,
  • Sık idrara çıkma ve idrarda kan görülmesi,
  • Yan ağrısı, sırt ağrısı.

Endometriozis Neden Olur? 

Endometriozisin kesin nedeni tam olarak bilinmemektedir ve birkaç teori bu hastalığın kökenini açıklamaya çalışmaktadır. Ancak bu teoriler tek başına tüm endometriozis vakalarını açıklamak için yeterli değildir. Özellikle zayıf, uzun boylu, kızıl saçlı ve renkli gözlü kadınlarda daha sık görülmektedir. Endometriozisi açıklamak için öne sürülen bazı teoriler şunlardır:

  • Retrograd Menstrüasyon Teorisi: Bu teoriye göre, adet döneminde rahim iç tabakası olan endometriumun yüzeyel kısmı bazı kadınlarda rahim dışına doğru atılamaz ve tüplerden karın boşluğuna sızabilir. Normalde sağlıklı bir bağışıklık sistemi, bu kan ve endometrial dokuları temizler, ancak bazı kadınlarda bu temizleme süreci etkili olmaz ve bu dokular tüplere, yumurtalıklara, bağırsağa, idrar torbasına veya karın içindeki diğer organlara yerleşebilir. Bu bölgelerde, savunma hücrelerinin göçüne neden olan bir iltihap reaksiyonu meydana gelir. Zamanla kanamalar, doku iyileşmeleri ve karın içinde yapışıklıklar oluşabilir. Endometriozis odakları, her adet döneminde hormonların etkisiyle yumurtalıkların içine kanayarak endometrioma adı verilen lezyonlara yol açabilir.
  • Kan Yoluyla Yayılma Teorisi: Bu teoriye göre, rahim iç tabakasındaki hücreler kan damarları aracılığıyla vücudun diğer organlarına ulaşabilir. Nadiren de olsa, gözlerde her adet döneminde kanamaya veya göğüs boşluğunda her adet döneminde kan birikmesine neden olan endometriozis odakları bildirilmiştir. Bu odaklar bu teoriyle açıklanabilir.

Endometriozisin bazı durumlarından koruyabilecek faktörler de bilinmektedir. Bunlar arasında gebelik, birden fazla doğum yapma ve emzirme yer almaktadır. Ayrıca, yüksek vücut kitle indeksi (VKİ) ve özellikle bel-kalça oranı yüksek olan kilolu kadınlarda endometriozis daha az görülmektedir.

Endometriozisin Teşhisi Nasıl Konulur? 

Endometriozisin kesin tanısı, normalde rahim iç tabakasında bulunması gereken endometrial dokunun vücudun diğer bölgelerinde görüldüğü durumlarda konulabilir. Bu dokuların cerrahi olarak çıkarılması ve patoloji uzmanları tarafından mikroskobik olarak incelenmesiyle tanı kesinleşir. Ön tanı için hastanın öyküsü ve semptomları da önemlidir. Muayene sırasında vajende veya karında endometriozis odakları görülebilir, çikolata kistleri palpe edilebilir. Jinekolojik ultrason muayenesi çikolata kistlerinin teşhisini destekleyebilir. Rektum üzerindeki endometriozis odakları kalın barsakla ilgili sorunları gösterebilir. Jinekolojik muayene ile şiddetli endometriozis vakalarının yaklaşık %70’ine ön tanı konulabilir. Ancak bazen ek tetkikler gerekebilir. Kanlı idrar şikayeti olan hastalarda sistoüreteroskopi ile idrar torbası veya idrar yollarındaki endometriozis odakları incelenebilir. Kanlı dışkılama şikayeti olan hastalarda kolonoskopi ile kolonda endometriozis odakları görülebilir. Derin infiltratif endometriozisin tanısında ve cerrahi planlamasında manyetik rezonans görünteleme (MR) önemli bir rol oynar. Ancak vurgulamak gerekir ki, endometriozisin kesin tanısı, laparoskopi ile çıkarılan lezyonların mikroskobik incelemesi ile konulur.

Endometriozisin Tedavisi Nasıl Olur?

Endometriozisin kesin tanısı, normalde rahim iç tabakasında bulunması gereken endometrial dokunun vücudun diğer bölgelerinde görüldüğü durumlarda konulabilir. Bu dokuların cerrahi olarak çıkarılması ve patoloji uzmanları tarafından mikroskobik olarak incelenmesiyle tanı kesinleşir. Ön tanı için hastanın öyküsü ve semptomları da önemlidir. Muayene sırasında vajende veya karında endometriozis odakları görülebilir, çikolata kistleri palpe edilebilir. Jinekolojik ultrason muayenesi çikolata kistlerinin teşhisini destekleyebilir. Rektum üzerindeki endometriozis odakları kalın barsakla ilgili sorunları gösterebilir. Jinekolojik muayene ile şiddetli endometriozis vakalarının yaklaşık %70’ine ön tanı konulabilir. Ancak bazen ek tetkikler gerekebilir. Kanlı idrar şikayeti olan hastalarda sistoüreteroskopi ile idrar torbası veya idrar yollarındaki endometriozis odakları incelenebilir. Kanlı dışkılama şikayeti olan hastalarda kolonoskopi ile kolonda endometriozis odakları görülebilir. Derin infiltratif endometriozisin tanısında ve cerrahi planlamasında manyetik rezonans görünteleme (MR) önemli bir rol oynar. Ancak vurgulamak gerekir ki, endometriozisin kesin tanısı, laparoskopi ile çıkarılan lezyonların mikroskobik incelemesi ile konulur.

Endometriozis İle İlgili Sık Sorulan Sorular 

Endometrioziste risk faktörleri nelerdir?

Endometriozis hastalığı için belirlenen risk faktörleri arasında şunlar bulunmaktadır: erken yaşta adet başlaması, 21 günden sık adet olmak, hiç doğum yapmamış olmak, adet kanama miktarının fazla olması, uzun boylu olmak, kızıl saçlı olmak, mavi veya yeşil gözlü olmak, çil sahibi olmak gibi etkenler yer almaktadır. Ayrıca endometriozis riskini artırabilecek diğer faktörler şunlardır: kısırlık, doğumsal olarak kadın üreme organlarının yapısal bozukluğu, alkol ve kafein tüketimi, yağ ve kırmızı et açısından zengin bir diyet, düşük vücut kitle indeksi, birinci derece akrabada endometriozis öyküsü bulunması, ırksal farklılıklar (endometriozis beyaz ırka göre siyahilerde daha az, Asyalılarda daha fazla görülür).

Endometriozis gebe kalmayı engelliyor mu?

Türkiye’deki üreme çağındaki kadınların yaklaşık %5-10’u endometriozis ile karşı karşıya kalır. Ancak gebe kalmakta zorluk çeken kadınlarda bu oran %25-30’a kadar yükselir. Endometriozis, farklı mekanizmalarla gebe kalmayı engelleyebilir. Bu hastalık, üreme organlarında yapışıklıklara neden olarak yumurtanın tüplere ulaşmasını zorlaştırabilir. Aynı zamanda tüplerin ucunu tıkayarak “tubal tıkanıklık” yaratarak gebeliği önleyebilir. Endometriozis, “çikolata kisti” olarak adlandırılan endometrioma oluşturabilir. Bu kistler, yumurtalıklara yerleşerek sağlıklı yumurtlamayı engelleyebilir ve yumurta rezervini azaltarak gebe kalma şansını azaltabilir. Endometriozis odakları tarafından salgılanan sitokinler ve humoral faktörler, embriyo gelişimini ve implantasyonunu olumsuz etkileyebilir. Tedavi sonrasında, yaklaşık iki yıl bekledikten sonra gebe kalma olasılığı %40 artar. Ancak, kişi hala doğal yollarla gebe kalamıyorsa, tüp bebek tedavisi denenebilir.

Derin endometriozis nedir?

Üreme çağındaki kadınlar arasında sıkça görülen endometriozis hastalığının özel bir türü, “derin infiltratif endometriozis” olarak bilinir. Bu tür bazen şiddetli ağrılarla kendini gösterirken, bazen hiç belirti vermeden sessizce ilerleyebilir. Belirti göstermeyen hastalar genellikle gebe kalamama sorunuyla doktora başvururlar. Derin infiltratif endometriozis, vajina ile rektum arasındaki rahmin bağları, bağırsak, idrar torbası, idrar kanalları ve karın zarının derinlerine yayılan bir sorundur. Bu hastalık sadece kadın sağlığını değil, aynı zamanda genel cerrahi, üroloji, gastroenteroloji gibi farklı tıp alanlarını da ilgilendiren ve multidisipliner bir yaklaşım gerektiren bir hastalıktır.

Bu dokular ileri evrelere kadar herhangi bir belirti göstermeyebilir, ancak büyüdüklerinde bağırsak bölgesinde tıkanıklıklara neden olabilirler. Derin infiltratif endometriozis adı verilen bu durumda, cerrahi müdahalenin deneyimli bir cerrah tarafından gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Çünkü ameliyat sırasında rahim ve bağırsak arasındaki bölgeyi ve idrar borucukları olan üreterleri serbestleştirmek gereklidir. Cerrahi müdahale sırasında sıkça tutulmuş olan bağırsak kısmının çıkarılması ve geriye kalan kısımların birleştirilmesi büyük önem taşır. Derin endometriozis tanısı konulan hastaların sosyal yaşantısını ciddi şekilde etkileyebilir. Bu nedenle doğru tanı ve tedavi, deneyimli profesyoneller ve uygun donanıma sahip sağlık merkezlerinde yapılmalıdır.

Endometriozis bitkisel tedavisi olan bir hastalık mıdır?

Endometriozis bitkisel tedavi ile tedavi edilemez. İnternet üzerinde “Endometriozis için şifalı bitkiler” adı altında satılan ürünler, zarar vermekten çok fayda sağlamayabilir. Bu nedenle endometriozis tedavisi için uzman bir kadın hastalıkları ve doğum doktoru ile tedavi planlanmalıdır.

Endometriozis tanısı en çok ne zaman konulur?

Endometriozis genellikle ortalama 25 ila 35 yaşları arasında teşhis edilir. Hastalığın başlangıcı ile teşhis arasında yaklaşık olarak 7 yıllık bir gecikme süresi gözlenmektedir.

Menopoz sonrasında endometriozis görülür mü?

Bu hastalık hormonlara bağımlı bir hastalıktır. Menopoz döneminde yumurtalıklar tarafından üretilen östrojen ve progesteron hormonları azaldığı için endometriozis hastalığının da azalması beklenir. Menopoz sonrası dönemde endometriozis görülme oranı genellikle yüzde 5’in altındadır ve bu dönemdeki kadınların genellikle menopoz semptomlarını hafifletmek için hormon yerine koyma tedavisi kullanmaktadır.

Endometriozisin kilolu olmakla ilgisi var mı?

Endometriozise yol açan risk faktörlerinin yanı sıra bu hastalıktan koruyan faktörler de bulunmaktadır. Gebelik, birden fazla doğum yapmak ve emzirmek, başlıca koruyucu etkenler arasında yer alırken, yüksek vücut kitle indeksi ve özellikle bel-kalça oranı yüksek olan obez kadınlarda endometriozis hastalığı daha az görülmektedir.

Adet ağrısı endometriozis belirtisi mi?

Evet, şiddetli adet ağrıları endometriozis belirtisi olabilir. Ancak adet sancıları sıklıkla ilk adetle başlamaz, daha sonraki adet dönemlerinde ortaya çıkabilir. İlk adet döneminden itibaren olan adet sancıları “primer dismenore” olarak adlandırılır ve genellikle farklı nedenlere bağlıdır. Maalesef birçok kadın adet ağrılarını normal bir durum olarak kabul edebilir ve bu ağrılarla yaşamak zorunda olduklarını düşünebilir. Ancak bu sorun, kadınların yaşam kalitesini düşürebilir ve ilerleyen aşamalarda üreme yeteneğini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle şiddetli adet ağrıları yaşayan kadınlar doktora başvurmalı ve gerekli tedaviyi almalıdır.

Çikolata kisti nedir?

Çikolata kisti, kadınların yumurtalıklarında, tüplerinde ve rahminde bulunan ve her adet kanamasında içine kan bırakarak büyüyen bir tür kisttir. Çikolata kistleri adını, içlerinde biriken adet kanının zamanla gerçekten çikolata gibi daha akışkan hale gelmesi ve renginin kahverengiye dönmesinden almıştır. Bu kistlerin tıbbi adı “endometrioma” olarak bilinir. Genellikle ultrason ile teşhis edilirler. Kan testlerinde ca125 düzeyi genellikle incelenir, ancak yumurtalık tümörleri ile ayırıcı tanıda çok yardımcı olmayabilir.

Çikolata kisti tedavisi bireysel faktörlere bağlı olarak değişebilir. Genç ve çocuk isteği olmayan kadınlarda çikolata kistlerinin büyümesi doğum kontrol hapları ile kontrol altına alınabilir. Ancak çocuk isteği olan kadınlarda gebe kalmakta zorluk yaşanıyorsa, aşılama, tüp bebek gibi üreme yardımcı teknikler gerekebilir. Büyük kistlere sahip olan ve bu nedenle torsiyon veya rüptür riski artmış olan kadınlarda ameliyat gerekebilir. Bu durumdaki hastalarda altın standart tedavi, laparoskopik cerrahi ile kistin tamamen çıkarılmasıdır. Tamamen çıkarılamadığı durumlarda tekrarlama riski artabilir. Özellikle 40 yaşın üzerinde olan kadınlarda endometrioma ile ilişkilendirilen kanser riski arttığından daha detaylı değerlendirme yapılabilir ve gerektiğinde MR gibi görüntüleme yöntemlerine başvurulabilir. Şüpheli bir lezyonun varlığında ilgili yumurtalık ve tüpün alınması gerekebilir.

Endometriozis ve kısırlık arasında bağlantı var mı?

Hamile kalamayan kadınlar arasında endometriozis hastalığı, bir neden olabilir. Bu hastalığın bazı kadınlarda yol açtığı yara dokusu, tüplerin tıkanmasına neden olabilir. Ancak, endometriozisin doğurganlığı nasıl etkilediği hala tam olarak anlaşılamamıştır. Endometriozis kısaca şu etkilere neden olabilir: Yumurtalıklardaki yumurta rezervini azaltabilir. Yumurtlama işlevini bozabilir. Tüplerde tıkanıklığa yol açarak sperm ve yumurtanın birleşmesini engelleyebilir. Doğal olarak spermleri etkileyen toksinler üretebilir. Embriyonun rahim içinde tutunmasını engelleyebilir. Embriyo gelişimi üzerinde olumsuz etkileri olabilir.

Tüp bebek yöntemiyle endometriozis hastaları hamile kalabilir mi?

Tüp bebek tedavisi, endometriozis hastalığına sahip kadınlarda yaşlarına göre değişen oranlarda gebelik sağlayabilir. İlk denemede %60’a kadar başarı elde edilebilir. Ancak, ilk denemede gebelik elde edemeyen kadınlarda tedaviyi tekrarlamak gerekebilir. Tekrarlayan denemelerle gebelik şansı artabilir.

Bağışıklık sistemi endometriozis üzerinde etkili mi?

Endometriozisin kesin nedeni hala bilinmemektedir. En yaygın kabul gören teori, adet kanamaları sırasında rahim içindeki dokuların tüplerden geçerek karın boşluğuna yerleşmesi ve burada büyümesidir. Ayrıca bağışıklık sistemi normalden farklı çalışabilir.

Rektumda endometriozis bulunur mu?

Endometriozis, yaygın bir sağlık sorunudur. Bu doku, karın içindeki organlarda (yumurtalık, rahim kanalı, karın iç zarı, bağırsaklar, rektum, idrar kesesi) bulunabileceği gibi karın dışında (vajina, göbek, göz, plevra) de bulunabilir. Belirtiler ve endometriozis nodüllerinin rektum iç kanalına ulaşma oranına bağlı olarak, bazı hastalarda rektumun çıkarılması ve geriye kalan kısımların birleştirilmesi gerekebilir. Bazı hastalarda ise nodül, makas yardımıyla rektumdan sıyrılabilir.

Çikolata kisti ve endometriozis ameliyatında neler önemlidir?

Çikolata kisti ve endometriozis ameliyatlarında dikkat edilmesi gereken önemli faktörler vardır. Bunlar şunlardır:

  • Yumurtalık rezervine zarar vermemek: Ameliyat sırasında kist duvarı dışındaki yumurtalık dokusuna zarar verilmemelidir. Yumurtalık dokusu zarar gördüğünde, yumurtalar da zarar görebilir, bu da ileride erken menopoz ve kısırlık riski taşıyabilir.
  • Yapışıklıkların açılması: Çikolata kisti ameliyatı sırasında oluşan yapışıklıkların düzeltilmesi ağrıyı azaltabilir ve gebelik tedavisi için başarı şansını artırabilir.
  • Derin yerleşimli endometriozis nodüllerinin çıkarılması: Derin infiltratif endometriozis olarak bilinen şiddetli ağrıya yol açan nodüllerin ameliyat öncesi tespit edilmesi önemlidir. Bu nodüllerin varlığında, sadece çikolata kisti çıkarılmak yerine, derin infiltratif endometriozis nodülleri de çıkarılmalıdır. Bu tür ameliyatlar, tecrübeli hekimler tarafından yapılmalıdır, çünkü bu bölgeler cerrahi açıdan hassastır ve çevre dokuların korunması önemlidir.

Çikolata kisti kaç cm olursa ameliyat gerekir?

Çikolata kisti ameliyatı için belirli bir büyüklük sınırı bulunmamaktadır. Ameliyatın gerekliliği, hastanın yaşı, kısırlık durumu, rüptür ve torsiyon riskleri gibi faktörler göz önünde bulundurularak hasta ile birlikte kararlaştırılmalıdır. Rüptür, yumurtalığın endometrioma adı verilen kısımlarının yırtılması ve bu içeriğin karın boşluğuna dökülmesi durumunu ifade eder. Torsiyon ise endometriomayı içeren yumurtalık ve tüpün kendi etrafında dönmesi sonucu kan akışının bozulması ve doku kangrenine yol açmasıdır. Torsiyon durumunda yumurtalık ve tüpün eski haline getirilmesi ameliyatla mümkün olabilir, ancak bazı durumlarda yumurtalık kurtarılamayabilir.

Çikolata kisti kendiliğinden geçer mi?

Çikolata kisti kendiliğinden kaybolmaz ve cerrahi müdahale gerektirir. Bazı ilaçlar kistlerin büyümesini önleyebilir, ancak kisti tamamen ortadan kaldıramazlar. Eğer kist patlarsa, içeriğinin karın boşluğuna dökülme riski vardır, bu nedenle kist duvarının çıkarılması gereklidir. Aksi takdirde kistin tekrarlama riski oldukça yüksektir.

Çikolata kisti ağrısı nasıl olur?

Çikolata kisti olan kişiler genellikle adet sancısı yaşarlar. Ağrılar, adetten hemen önce başlar ve adet dönemi boyunca devam eder. Hastalar, özellikle kasık, bacak ve bel bölgelerinde ağrı hissettiklerini ifade ederler. Ayrıca cinsel ilişki sırasında da ağrıya neden olabilirler. Bazen bağırsaklar ve idrar torbasında da ağrı hissedebilirler.

Çikolata kisti rüptürü (patlaması) nasıl anlaşılır?

Endometriomaları patlamış olan hastalar, genellikle kasıklarında bıçak saplanmış gibi şiddetli bir ağrı hissettiklerini ve bu ağrının ardından karın bölgesine yayıldığını belirtirler. Çikolata kistinin patladığı durumlar ultrason ile teşhis edilebilir. Ayrıca, bazı hastalarda ağrının yanı sıra bulantı, kusma ve halsizlik gibi belirtiler de görülebilir.

Çikolata kistinde CA 125 değeri nedir?

Ca125 değeri aslında yumurtalıklarında kitle bulunan hastalarda, bu kitlenin kanser olup olmadığını ayırt etmek için kullanılan bir kan testidir. Ancak, kanser dışındaki birçok durumda Ca125 seviyeleri yükselir. Bu durumlardan biri de çikolata kistleridir. Özellikle patlamış çikolata kistlerinde Ca125 değerleri çok yüksek olabilir ve bu, karın boşluğuna dökülen çikolata kisti içeriği ile birlikte ileri evre yumurtalık kanserine benzer bir tabloya neden olabilir.

Çikolata kisti akıntı yapar mı?

Çikolata kistleri, vajen ile doğrudan bir ilişkisi olmadığı için akıntıya neden olmazlar ve bekâr kadınlarda da görülebilirler.

Fındık Kilo Kontrolüne Yardımcı Olur mu?

Fındığın Tanımı ve Kullanımı: Fındık, corylus cinsine ait bir ağaç türü olan fındık ağacının meyvesidir ve bilimsel adı Corylus avellana’dır. Fındık

Fındığın Tanımı ve Kullanımı: Fındık, corylus cinsine ait bir ağaç türü olan fındık ağacının meyvesidir ve bilimsel adı Corylus avellana’dır. Fındık, özellikle Türkiye, ABD, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde yetiştirilmektedir. Fındıklar çiğ, kavrulmuş veya işlenmiş formda tüketilebilir. Taze fındıklar, mevsiminde kabukları açıldıktan sonra çiğ olarak yenilebilir veya çeşitli yemek tariflerinde kullanılabilir. Fındık, hafif tatlımsı bir lezzete ve yağlı bir dokuya sahiptir. Tatlılar, çikolatalar, pastalar, kekler, kurabiyeler ve salatalar, pilavlar, soslar gibi pek çok yemeğin yapımında kullanılan bir malzemedir.

Fındığın Sağlık Yararları: Fındık, sağlığa pek çok yararı olan besleyici bir gıdadır. Dengeli bir diyetin parçası olarak tüketildiğinde, özellikle kalp sağlığı, beyin fonksiyonları, sindirim sağlığı ve kilo kontrolü gibi alanlarda faydalı etkileri vardır. Bu besin, çeşitli sağlık yararları ile dikkat çeker ve beslenme programlarında yer alması önerilir.

Fındığın Sağlık Yararları Nelerdir?
Kavrulmuş Fındık Faydaları Nelerdir?
Fındığın Cilde Faydaları Nelerdir?
Fındık Kilo Kontrolüne Yardımcı Olur mu?
Fındıkta Hangi Vitaminler Bulunur?
Fındığın Besin Değerleri
Fındık Nasıl Tüketilir?
Fındık Alerji Yapar mı?

Fındığın Sağlık Yararları Nelerdir?

Fındığın Sağlık Üzerine Etkileri: Fındık, sağlık açısından çok yönlü faydalar sunan bir besindir. İşte fındığın sağlık yararlarından bazıları:

Kalp Sağlığını Destekleme: Fındık, omega-3 yağ asitleri bakımından zengin olup, tekli doymamış yağ asitleri içerir. Bu yağ asitleri, kalp sağlığının korunmasına katkı sağlar ve kolesterol seviyelerini dengeler, böylece kardiyovasküler hastalıkların riskini azaltır. Ayrıca, fındık yüksek miktarda fenolik bileşikler içerir ki bu bileşikler de kolesterol seviyelerinin düşürülmesine yardımcı olur.

Kanser Riskini Azaltma: Fındık, proantosiyanidin gibi önemli antioksidanlar içerir ve bu, kanser riskinin azaltılmasına yardımcı olabilir. Fındığın içerdiği manganez süperoksit dismutaz, vücuttaki oksidatif stresle savaşarak kanser riskini düşürmeye yardımcı olur. Fındıkta bulunan E vitamini de antioksidan özellikleri ile kanser oluşumuna yol açan hücrelerin yok edilmesinde etkili olabilir.

İltihabı Azaltma: Fındık, anti-inflamatuar özelliklere sahip polifenoller içerir ve düzenli tüketimi ile vücuttaki inflamasyon belirteçlerini azaltabilir.

Kan Şekerini Dengelenmesi: Fındık, kan şekerini dengelemeye yardımcı olabilecek bileşenler içerir. Özellikle oleik asit gibi maddeler, tokluk hissini artırabilir ve açlık süresini uzatabilir.

Sindirim Sağlığı: Lif bakımından zengin olan fındık, sindirim sisteminin düzenli çalışmasına katkıda bulunur, kabızlığı önler ve bağırsak sağlığını destekler.

Üreme Sağlığı: Fındık, sperm sayısının artırılmasına katkı sağlayabilecek omega-3 yağ asitleri, antioksidanlar, protein, çinko ve E vitamini gibi besin maddeleri içerir. Fındığın tek başına sperm sayısını artırdığına dair kesin bilimsel kanıtlar olmasa da, bazı çalışmalar fındığın sperm üretimi ve hareketliliği üzerinde olumlu etkiler gösterebileceğini bildirmiştir.

Kavrulmuş Fındık Faydaları Nelerdir?

Fındığın Üreme Sağlığına Faydaları: Fındık, içerisinde bulundurduğu omega-3 yağ asitleri, antioksidanlar, protein, çinko ve E vitamini gibi besin öğeleri nedeniyle, sperm sayısının artmasına katkı sağlayabilecek bir besin olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar fındık tüketiminin sperm sayısını artırdığına dair doğrudan bilimsel bir kanıt olmasa da, yapılan araştırmalar fındığın, sperm üretimi ve hareketliliğine olumlu etkileri olabileceğini göstermektedir. Bu nedenle fındık, üreme sağlığını destekleyici beslenmelerde önerilen besinler arasında yer alabilir.

Fındığın Cilde Faydaları Nelerdir?

Fındık Yağının Cilt Üzerindeki Etkileri: Soğuk presleme yöntemiyle elde edilen fındık yağı, cilde çeşitli faydalar sunabilir ve doğrudan cilt üzerine uygulanabileceği gibi, cilt bakım ürünlerinin içinde de kullanılabilir. Fındık yağının cilde sağlayabileceği faydalardan bazıları şunlardır:

Nemlendirici Etki: Fındık yağı, cildi nemlendirebilir ve yaşlanma belirtilerini azaltmaya yardımcı olabilir.
Antioksidan Etkisi: Antioksidan özellikleri ile yaşlanma sürecini yavaşlatmada etkili olabilir.
Saç Bakımı: Saçları besleyebilir, nemlendirir ve saç derisindeki kuruluğu azaltabilir. Ayrıca, saçın parlaklığını ve genel sağlığını iyileştirebilir.
Hiperpigmentasyonun Azaltılması: Ciltteki hiperpigmentasyonu azaltmaya yardımcı olabilir.
Güneş Koruyucu: Cildi güneşin zararlı etkilerinden korumada yardımcı olabilir.
Yara İzlerinin İyileşmesi: Yara izlerinin iyileşme sürecine katkıda bulunabilir.
Fındık Yağı Kullanımı: Fındık yağını ciltte kullanmadan önce, hassas ciltlerde veya alerjik reaksiyonlara yatkın olan kişilerde, küçük bir cilt bölgesinde test yapmak önerilir. Bu, herhangi bir olumsuz reaksiyonu önlemek için önemlidir.

Fındık Kilo Kontrolüne Yardımcı Olur mu?

Fındığın Beslenme ve Tokluk Hissi Üzerine Etkileri: Fındık, içerdiği sağlıklı yağlar, lif, protein ve diğer besin öğeleri sayesinde besleyici bir gıda olarak öne çıkmaktadır. Bu besin öğeleri, tokluk hissini artırabilir ve açlık hissini azaltabilir. Özellikle fındığın yüksek lif içeriği, sindirim sürecini yavaşlatarak uzun süre tokluk hissi yaratmada yardımcı olabilir. Bu nedenle, fındık düzenli olarak atıştırmalık olarak tüketildiğinde, tokluk hissi oluşturmada etkili bir seçenek olabilir.

Fındık ve Kilo Kontrolü: Fındık yüksek kalorili bir besin olduğu için, kilo vermek amacıyla tüketildiğinde dikkatli olunmalıdır. Tek başına fındık tüketimi kilo verme süreci için yeterli değildir. Kilo verme hedeflerine ulaşmak için, bir beslenme uzmanı veya diyetisyenle çalışarak kişiye özel bir beslenme planı oluşturulması önerilir. Bu sayede, fındığın sağladığı besin değerleri dengeli bir şekilde diyet planına dahil edilebilir.

Fındıkta Hangi Vitaminler Bulunur?

Fındığın Vitamin ve Besin Değerleri: Fındık, vücut için önemli olan birçok vitamin ve mineral içeren besleyici bir gıdadır. Fındıkta bulunan başlıca vitaminler ve mineraller şunlardır:

E vitamini
B1 vitamini
B6 vitamini
Bakır
Magnezyum
Manganez
Folik asit
Fosfat
Çinko
Potasyum
Fındığın Ortalama Besin Değerleri: Fındık, sağlıklı yağ asitleri içermekte ve kolesterol içermemektedir. Ortalama olarak 50 gram fındıkta aşağıdaki besin değerleri bulunur:

Kalori: 314 gram
Yağ: 30.4 gram
Kolesterol: 0 miligram
Sodyum: 0 miligram
Karbonhidratlar: 8.35 gram
Lif: 4.85 gram
Şeker: 2.71 gram
Protein: 7.5 gram
Fındığın Sağlıklı Tüketimi: Fındık, zengin besin değerlerine sahip olmakla birlikte yüksek kalorili bir kuruyemiştir. Bu nedenle, fındık tüketirken miktarına dikkat etmek ve aşırıya kaçmamak önemlidir. Dengeli ve kontrollü tüketildiğinde fındık, sağlıklı bir beslenme programının parçası olabilir.

Fındık Nasıl Tüketilir?

Fındığın Tüketim Çeşitleri: Fındık, hem lezzetli hem de besleyici bir kuruyemiş olarak çeşitli şekillerde tüketilebilir. Fındığın en popüler tüketim şekilleri şunlardır:

Çiğ Fındık: Fındık, kabuğu kırılarak doğal haliyle çiğ olarak yenilebilir. Özellikle taze fındık mevsiminde bu tüketim şekli, lezzet açısından tercih edilebilir.

Kavrulmuş Fındık: Fındık, fırında veya tavada kızartılarak kavrulmuş formda hazırlanabilir. Kavrulmuş fındık, daha yoğun bir aroma ve kıtırlığa sahip olup, atıştırmalık olarak ya da diğer kuruyemişlerle birlikte tüketilebilir.

Fındık Ezmesi: Fındık ezmesi, öğütülmüş fındık çekirdeklerinden hazırlanır ve kahvaltılarda veya çeşitli tatlı ve tuzlu tariflerde kullanılabilir.

Fındık Yağı: Soğuk pres yöntemiyle elde edilen fındık yağı, yemek pişirmede lezzet verici olarak veya salatalarda kullanılabilir. Ayrıca fındık yağı, cilt ve saç bakımında da besleyici özelliklere sahip bir ürün olarak kullanılabilir.

Yemek ve Tatlılarda Kullanımı: Fındık, yemek ve tatlı tariflerinde çeşitlilik yaratmak için kullanılabilir. Salatalar, pilavlar, makarnalar veya diğer ana yemeklerde kullanılabileceği gibi, kek, kurabiye, çikolata ve tatlılarda da lezzet ve dokusal bir katkı sağlar.

Fındık Alerji Yapar mı?

Fındık Alerjisi ve Semptomları: Fındık, bazı kişilerde bağışıklık sisteminin fındık proteinlerine aşırı tepki vermesiyle ortaya çıkan alerjik reaksiyonlara sebep olabilir. Fındık alerjisi olan bireyler, fındık ya da fındık içeren gıdalar tükettiklerinde çeşitli alerjik semptomlar gösterebilirler. Bu reaksiyonlar, hafif burun akıntısından, hayatı tehdit eden şok durumlarına kadar değişkenlik gösterebilir. Fındık alerjisi özellikle çocuklarda yaygındır ve genellikle yaşam boyu sürebilir. Fındık alerjisinin yaygın semptomları arasında şunlar yer alır:

Öksürük
Karın ağrısı
Mide bulantısı
Hapşırma
İshal
Yüz ve ağız çevresinde kaşıntı ve kızarıklık
Şiş veya sulu gözler
Dudak şişmesi
Hırıltılı nefes alma
Boğaz şişmesi
Yutma zorluğu
Kurdeşen
Baygınlık hissi
Fındık Alerjisi ve Önlemler: Fındık alerjisi, ciddi ve ani reaksiyonlara yol açabilir. Bu nedenle, fındık alerjisi olan kişilerin bir sağlık uzmanı ile görüşerek acil durumlar için gerekli önlemleri ve tedbirleri alması büyük önem taşır. Alerji teşhisi konan bireyler, yaşam tarzlarını ve beslenme alışkanlıklarını bu duruma göre düzenlemelidirler.

Elektrolit nedir? nasıl tedavi edilir?

Kalp ritmi bozuklukları, halsizlik, hızlı yorgunluk, kas krampları gibi şikayetler bazen çeşitli hastalıkların bir işareti olabilirken, vücuttaki elektrolit dengesizliği adı verilen bir durum da bu semptomlara neden olabilir. Elektrolitler, vücut sıvılarında elektrik ileten maddeler olarak tanımlanır ve tuzlar, asitler ve bazlar gibi bileşenler içerirler. Elektrolitler, vücuttaki su dengesini düzenler, kanın pH değerini dengelemeye yardımcı olur ve sinir ile kas hücrelerinin işlevselliğini sağlarlar. Elektrolit dengesizliği, çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilir.

Elektrolit nedir?
Elektrolit dengesinin önemi nedir?
Elektrolit dengesizliği nedir?
Elektrolit dengesizliğinin nedenleri nelerdir?
Elektrolit dengesizliğinin belirtileri nelerdir?
Elektrolit dengesizliği nasıl tedavi edilir?
Elektrolit bozukluğu nasıl anlaşılır?
Elektrolit dengesi nasıl sağlanır?

Elektrolit nedir?

İnsan vücudu için hayati öneme sahip olan mineraller, tuzlar ve eser elementler, hücrelerin doğru şekilde çalışabilmesi için gereklidir. Elektrolitler, vücut sıvılarında pozitif veya negatif elektrik yükleri taşıyan partiküllerin kimyasal bileşenleridir. Bu elektrolitler, çeşitli biyolojik işlevlerin gerçekleştirilmesi için gerekli olan elektrik enerjisini taşırlar. Elektrolitler arasında sodyum, potasyum, bikarbonat ve klorür gibi mineral tuzlar bulunur. Bu elektrolitlerin belirli bir konsantrasyonda vücutta bulunması önemlidir, çünkü sodyum, potasyum, magnezyum ve kalsiyum gibi pozitif yüklü katyonlar ile klorür, florür ve fosfat gibi negatif yüklü anyonlar organizmanın işleyişinde kritik bir rol oynarlar.

Elektrolit dengesinin önemi nedir?

Elektrolitler, vücut metabolizmasının düzgün çalışması için hayati öneme sahiptir. Potasyum, sinir sisteminin düzgün çalışmasına, özellikle sinir uyarılarının iletilmesine ve kas kasılmalarına katkıda bulunur. Sodyum, böbrekler aracılığıyla vücuttaki su ve sıvı dengesini düzenler ve kas fonksiyonunda önemli bir rol oynar. Fazla sodyum tüketimi hipertansiyona neden olabilir. Kalsiyum, kemiklerin ve dişlerin sağlam olmasına, kasların ve enerji metabolizmasının düzgün çalışmasına katkıda bulunur. Kalsiyum ayrıca kalp ve diğer kasların kasılmasını ve sinir uyarılarının iletimini düzenlemek için önemlidir. Magnezyum, elektrolit dengesini korumaya yardımcı olur, hücre fonksiyonları, enzim aktivitesi, kas fonksiyonu, sinir iletimi, uyku düzenlemesi ve ruh halinin düzenlenmesi gibi bir dizi işlev için gereklidir. Magnezyum eksikliği kas kramplarına, PMS ve menopoz semptomlarına, yorgunluğa ve depresyona neden olabilir. Ayrıca, kalsiyumun emilmesi magnezyum olmadan zordur. Klorür, sodyum ile birlikte hücreler arasındaki madde ve sıvı akışını düzenler, hücrelere giren ve çıkan su miktarını düzenlemeye yardımcı olduğu için önemlidir. Ayrıca, vücuttaki pH seviyelerinin düzenlenmesine yardımcı olur. Fosfor, güçlü kemikler ve dişlerin sağlam olmasına yardımcı olur ve proteinlerin üretilmesi için gereklidir, bu nedenle hücre büyümesi ve onarımı için önemlidir. Aşırı fosfor tüketimi ise kalsiyumun vücuttan atılmasına ve kemik zayıflığına yol açabilir.

Elektrolit dengesizliği nedir?

Su-elektrolit veya asit-baz dengeleri bozulduğunda, çeşitli sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Elektrolit dengesizlikleri, kanda düşük veya yüksek sodyum ve potasyum seviyelerini, fazla karbon dioksit ve düşük kan pH seviyesini (asidite), fazla bikarbonat ve yüksek kan pH seviyesini içerebilir. Vücuttaki metabolik süreçlerin genellikle pH ile yakından ilişkili olduğunu anlamak önemlidir; vücut sıvıları genellikle pH 5 ile 8 arasında değişmektedir. Özellikle kan pH’ı, 7.35 ile 7.45 arasında (arteriyel kan için) tutulmalıdır ve bu değerlerin bu aralığın dışına çıkması ciddi komplikasyonlara neden olabilir.

Elektrolit dengesizliğinin nedenleri nelerdir?

Elektrolit dengesizlikleri böbrekler, kalp, karaciğer ve akciğerlerin işlev bozuklukları, dehidrasyon veya aşırı hidrasyon, laksatifler (müshil) ve diüretikler gibi ilaçlar, yoğun egzersizlerin neden olduğu su ve sodyum kaybı gibi faktörler tarafından tetiklenebilir. Yüksek sıcaklıklar ayrıca terlemenin artmasına ve dolayısıyla su ve sodyum kaybının artmasına neden olabilir. Besinlerin sindirim sistemi tarafından yetersiz emilimi de elektrolit dengesizliklerine yol açabilir. Kişi sağlıklı ve dengeli beslense bile, emilim sorunları vitamin ve minerallerin vücuda yeterince alınmasını engelleyebilir. İshal ve kusma gibi durumlar da su ve elektrolit kaybına neden olabilir.

Elektrolit dengesizliğinin belirtileri nelerdir?

Elektrolit dengesizlikleri sonucu çeşitli sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Sodyumun fazla veya eksik olması, kas spazmları, kas kasılmaları, susuzluk, uyuşukluk veya kafa karışıklığı gibi belirtilere yol açabilir. Potasyum seviyelerinin değişmesi, kramplar, kas zayıflığı, sık idrara çıkma, aritmi (kalp ritim bozukluğu) ve ciddi durumlarda kalp durmasına neden olabilir. Asit-baz dengesizliği ise mide bulantısı, kusma, baş ağrısı, sinirlilik, uyuşukluk, ellerde, ayaklarda ve dudaklarda karıncalanma gibi semptomlara yol açabilir.

Elektrolit dengesizliği nasıl tedavi edilir?

Tanı için elektrolit düzeylerini ve idrar testlerini içeren kan testleri gereklidir. Elektrokardiyogram (EKG), potasyum seviyelerindeki değişikliklere bağlı olarak ortaya çıkan kardiyak ritim bozukluklarını teşhis etmek için faydalı olabilir. Tedavi, elektrolit dengesizliğine yol açan nedeni veya durumu çözmeyi amaçlar. Elektrolitler vücut tarafından üretilemediğinden günlük diyet yoluyla alınmalıdır. Duruma bağlı olarak, takviyelerin verilmesi, dengesizliğe neden olan ilaçların kesilmesi veya azaltılması, sıvı alımının artırılması veya tam tersine sınırlı tutulması yardımcı olabilir. Susuz kalmak veya sıcak çarpması gibi durumlarda elektrolit alımının artırılması gerekebilir.

Elektrolit bozukluğu nasıl anlaşılır?

Elektrolit dengesizliğinin yaygın belirtileri şunlar olabilir: Kalpte ritim bozuklukları, mide bulantısı, ishal veya kabızlık, kas krampları, halsizlik ve yorgunluk, sinirlilik, kafa karışıklığı ve baş ağrısı.

Elektrolit dengesi nasıl sağlanır?

Elektrolit dengesizlikleri çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir ve kaybedilen elektrolitler vücut, mineraller açısından zengin besinler ve mineralli sular aracılığıyla geri kazanabilir. Potasyum yeşil yapraklı sebzelerde (örneğin ıspanak, maydanoz, marul), magnezyum muz, yulaf ve kabak çekirdeği gibi gıdalarda bulunurken, kalsiyum süt ve süt ürünlerinde, sodyum peynir, zeytin ve salamura ürünlerde, fosfor ise balık, yumurta, patates, sarımsak ve kepekli tahıllarda bulunur.

Buerger hastalığı nedir? tedavisi nasıl yapılır?

Dünya genelinde, sigaranın neden olduğu ve kesin olarak kanıtlanmış bir hastalık olan Buerger hastalığı, genellikle bacak atardamarlarındaki kan akışını engelleyerek zamanla ağrıya yol açar. Tedaviye geç başlandığında, Buerger hastalığı kişinin yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir ve hatta uzuv kaybına neden olabilir.

Buerger hastalığı nedir?
Buerger hastalığı neden olur?
Buerger hastalığının belirtileri nedir?
Buerger hastalığı kimlerde olur?
Buerger hastalığının teşhisi nasıl konulur?
Buerger hastalığının tedavisi nasıl yapılır?
Buerger hastalığı hakkında sık sorulan sorular

Buerger hastalığı nedir?

Buerger hastalığı, tütün kullanımının bir sonucu olarak ortaya çıkar ve kol ve bacaklardaki damarların iltihaplanması veya şişmesiyle karakterizedir. Buerger hastalığı, genellikle genç yaşlarda orta ve küçük çaplı damarlarda nedeni belirsiz bir şekilde ortaya çıkar ve iyileşme ile tekrar hastalanma dönemleri içerir. Yapılan araştırmalar, bu hastalığın bağışıklık sistemindeki anormallikler nedeniyle immünolojik damar iltihabına bağlı olduğunu göstermektedir. Tıp literatüründe tromboanjiitis obliterans olarak bilinen Buerger hastalığı, halk arasında “budama” (spontan ampütasyon) hastalığı olarak da bilinir. Bu hastalık ilk kez 1908 yılında Leo Buerger tarafından ayrıntılı bir şekilde tanımlanmıştır.

Buerger hastalığı neden olur?

Buerger hastalığının gelişiminde tütün kullanımının önemli bir rol oynadığı açıktır. Tütünün içerdiği kimyasalların, kan damarlarının iç yüzeyini tahriş ederek şişmelerine neden olduğu düşünülmektedir. Buerger hastalığı, kan damarlarının iltihaplanması, şişmesi ve kan pıhtılarıyla (trombüsler) tıkanmasıyla karakterizedir. Buerger hastalığının kesin nedeni hala bilinmemektedir, ancak bazı kişilerin genetik yatkınlığa sahip olabileceği düşünülmektedir.

Buerger hastalığının belirtileri nedir?

Hastalığın aktif olduğu dönemlerde ilgili damar bölgesi hassas ve ağrılıdır. Hastada genel bir halsizlik, yorgunluk ve ateş gibi belirtiler görülür. İlk belirti olarak ayak terlemesinde azalma da olabilir. Parmaklarda soğukluk ve hissizlik hissedilir. Bazen ilk belirti terleme kaybı yerine yürürken ayaklarda hissizlik olabilir. Genellikle toplardamarlarda dolgunluğun azalması dikkat çekebilir. Zamanla yürüme sırasında topallama gelişebilir ve bu genellikle baldır bölgesinde ağrıyla kendini gösterir. Hastalık ilerledikçe ayaklarda morarma başlar. Ardından gece dinlenme sırasında artan ağrılarla birlikte parmaklarda yaralar oluşur. Tedavi edilmezse kangrenleşme gelişebilir ve kişi önce parmaklardan başlayarak uzuv kaybına yol açabilir.

Buerger hastalığı kimlerde olur?

Bu hastalık, genellikle 25-40 yaş arasındaki sigara içen erkeklerde daha sık görülür. Buerger hastalığı Türkiye’de damar hastalıkları grubunun %7-10’unu oluşturur. Kadınlarda görülme olasılığı daha düşüktür ve vakaların yalnızca %2’sini kadınlar oluşturur. Bu hastalığın en önemli nedeni, sigara içenlerde nikotin metaboliti olan cotinine’in (nikotinin vücuda girdikten sonra dönüştüğü madde) damar duvarına karşı aşırı hassasiyeti tetiklemesidir. Ayrıca, homosistein yüksekliği nedeniyle serbest oksijen radikallerinin artışı da damar duvarlarını hassas hale getirir ve hastalığı başlatabilir. Bunun yanı sıra sık soğuğa maruz kalma, düşük sosyoekonomik düzey, kötü beslenme, hepatit B geçmişi, fibrinojen yüksekliği, pıhtılaşmaya yatkınlık gibi faktörler de hastalığın nedenleri arasında sayılabilir.

Buerger hastalığının teşhisi nasıl konulur?

Klinik olarak, tanı için beş ana kriter (Shionoya) esastır: sigara içilmesi, 50 yaş altı olma, diz altı tutulumu, ateroskleroz risk faktörlerinin olmaması ve üst ekstremite tutulumundan dörtünün varlığı. Hastanın şikayetlerine dayanarak, atardamar muayenesi genellikle yukarıdaki kriterlere göre tanı konulmasına yardımcı olur. Muayene sonrasında tıkanıklığın yeri ve derecesini belirlemek için ultrasonografi ve doppler çalışmaları sıklıkla yapılır. Hastalığın arter ağacındaki tutulumunu değerlendirmek için tomografik anjiyografi gerekebilir. Bu, tıkanıklığın yeri, şiddeti, uzunluğu, parmaklara kan akış yolları ve en önemlisi yardımcı (kollateral) kan damarlarının varlığını belirlemek için önemlidir. Tedavide bu bilgiler çok önemlidir. Bazı durumlarda klasik anjiyografi hem tanı hem de tedavi amaçlı yapılabilir.

Buerger hastalığının tedavisi nasıl yapılır?

İlk olarak sigara kesinlikle bırakılmalıdır. Buerger hastalığı, sigaraya karşı gelişen bir alerji olarak kabul edildiği için sigarayı bırakmak tedavinin temel adımıdır ve olmazsa olmazdır. Çünkü sigara bırakıldığında hastalık da ortadan kalkabilir. Buerger teşhisi konulan hastaların yaklaşık %90’ında, ayaklarda yaralar olsa bile iyileşme görülür. Sürekli ve düzenli bir egzersiz programı takip edilmelidir. Soğuk hava ve soğuk travmalardan mümkün olduğunca kaçınılmalıdır.

İlaç tedavisi, ağrı kesiciler, damar genişletici ilaçlar, pıhtı eritici ve tıkanıklığı önleyici ilaçların kullanılmasını içerebilir. Bu ilaçlar sürekli ve kesintisiz olarak kullanılmalıdır, asla bırakılmamalıdır. Varsa yara tedavisi lokal olarak yapılabilir ve ozon, yüksek basınçlı oksijen, PRP ve kök hücre uygulamaları düşünülebilir. Günlük ağrı kesicileri, genellikle ağrıyı hafifletebilir, ancak çoğu zaman etkisiz kalır. Bu durumda uzman bir doktor, uyuşturucu etkili ağrı kesiciler veya epidural anestezi gibi tedaviler önerebilir.

Bu tedavilere yanıt alınamazsa, öncelikle damarın anjiyografik olarak açılması amaçlanır. Ancak sonuçlar yine de yetersizse, hastanın uzuv besleyen damarları daraltan sempatik sinirlerle birlikte açık rekonstrüktif damar ameliyatları düşünülebilir. Bunlara rağmen sonuç alınamazsa, maalesef ilgili bölge kesilir. İyileşme ve hastalığın tekrarlaması ile birlikte hastalık ilerler ve daha önce kesilen bölgeyi de içerecek şekilde devam eder. Ancak hastaların çoğunda damar sağlığı yönünde değişiklikler yaparak, ilaçlarını düzenli kullanarak ve kontrollerini aksatmadan alışkanlıklarını değiştiren ve geliştiren hastalar, klinik durgunluk oluşturabilir ve kötü sonuçlardan kurtulabilir.

Buerger hastalığı nasıl oluşur?

Buerger hastalığı temel olarak küçük ve orta çaplı arterleri (panarterit) ve venleri (panflebit) etkiler. Hastalık genellikle iyileşme ve ataklarla seyretmektedir. Her atak döneminde etkilenen damar duvarı bölgesi, hastalığın yayılmasına ve damarın fibrotik bir yapıya dönüşmesine neden olan genişlemiş ve taze pıhtılarla şişer. Ataklar sırasında damar içinde mikroapseler yani mikroskobik irin birikimleri meydana gelebilir. Zamanla pıhtılar devam ederken duvardaki ödem azalır ve yerini kalınlaşmış bir damar duvarı alır. Sonuç olarak, ilgili damar bölgesi tıkanır ve hastalığın aktif dönemi sona erer. Bazı ataklarda atardamar ve venlerin yanı sıra çevre sinirler de etkilenebilir ve hastalıklı bölge sertleşebilir.

Buerger hastalığı nasıl başlar?

Bağışıklık sistemi, kendi damar duvarına karşı anormal ve abartılı bir tepki göstererek başlar. Bu hastalık genellikle ayak atardamarlarında tıkanmalarla kendini gösterir, nadiren el ve karın damarlarını etkileyebilir. Hastalığın ileri dönemlerinde, kalça, kasık ve kol damarları da etkilenebilir. Bu hastalıkta, bağışıklık sistemiyle ilgili C4, antielastin ve antikollejen antikorlar, HLA1, HLA3 antijenleri ve organ spesifik IgM, IgG, IGA ve C3 antikorlarının miktarı artar.

Buerger hastalığının diğer hastalıklarla ilgisi var mı?

Buerger hastalığı, diğer bazı hastalıklarla birlikte ortaya çıkabilir. Birçok bağ dokusu ve romatizmal hastalıkla ilişkilendirilebilir. Bununla birlikte, Buerger hastalığı kendine özgü klinik belirtileri olan bir hastalıktır. Ayrıca, damarları kireçlenmeye yol açan aterosklerozdan tamamen farklı bir durumdur. Bu ayrımın doğru bir şekilde yapılması önemlidir. Buerger hastalığında damar duvarı kalınlaşır ve kabalaşır, bu nedenle tıkanıklıklar meydana gelir. Ancak kalsiyum birikimini içeren plaklar bulunmaz. Atardamarların fonksiyonel olarak daralıp açılmasıyla karakterize edilen Raynaud fenomeni, hastalığın bir belirtisi olarak görülebileceği gibi ayrı bir organik sorun olarak da değerlendirilebilir.

Buerger hastalığının bitkisel tedavisi var mı?

Kanı incelten, pıhtı oluşumunu engelleyen ve damarları genişleten bazı bitkisel kürler denenebilir. Aynı zamanda ruhsal gerginliği azalttığı ve bağışıklık sistemini desteklediği kanıtlanmış bazı bitkisel ürünler yararlı olabilir. Ancak tedavinin temel amacı, kanın kansız bölgelere taşınmasını sağlamaktır. Bu kriterin tedavide öncelikli olarak ele alınması gereklidir.

Buerger hastalığına ne iyi gelir?

Bu soruna sıcak iklimde yaşamanın olumlu etkileri vardır. İlk adım olarak, sigara kesinlikle bırakılmalı ve düzenli yürüyüş yapılmalıdır. Yürümek, hem hasta için gereklidir hem de kan damarlarının oluşumuna yardımcı olan en kolay egzersiz türüdür. Bazen kaplıca tedavileri de faydalı olabilir.

Buerger hastalığının ağrısı nasıl geçer?

Ağrı, yeterli kan akışı sağlandığında kesilir. Bu nedenle tedavi sürecinde hastalara sinirleri yatıştıran güçlü ağrı kesici türünden ilaçlar verilmelidir. Normal ağrı kesiciler genellikle etkili olmaz. Hiperbarik oksijen ve ozon terapisi, ağrı seviyesini azaltmada yardımcı olabilir. Ağrılar devam ederse, ilgili uzvun sinirlerine yerel anestezi blokajı (aksiller, lomber blokaj veya epidural anestezi) yapılabilir. Bu, hem kan akımını artırmaya çalışır hem de ağrıyı keser. Bu yaklaşımlar sonuçsuz kalıyorsa, maalesef ağrının kesilmesinin tek yolu ilgili uzvu kesmektir.

Buerger hastalığı genetik midir?

Bu hastalığın genetik kökenli olduğunu düşündüren önemli bilimsel veriler bulunmaktadır. Hastaların çoğunda genetik testler pozitif sonuçlar vermektedir. Ancak hastalığın tam nedeni hala bilinmemektedir.

Buerger hastalığı geçer mi?

Buerger hastalığı, sigaranın ciddi bir etkisi olduğu bilinen bir rahatsızlıktır. Sigara bırakıldığında, hastalığın etkileri büyük ölçüde azalır ve hastalık tedavi edilmiş olur. Buerger hastalığı teşhisi konmuş ve sigarayı bırakan hastaların yaklaşık % 90’ında bu olumlu etkiler gözlemlenir.

Buerger hastalığı genellikle kaç yaşında olur?

Bu hastalık genellikle 25-40 yaşlarındaki erkeklerde daha yaygın olarak görülürken, kadınlarda vakaların yalnızca % 2’sini oluşturmaktadır.

Hamileliğin 31. haftasında neler oluyor?

Hamileliğin 31. haftası, bebeğin merkezi sinir sistemi yapılarının daha da karmaşıklaştığı ve geliştiği bir dönemdir. Bu dönemde anne karnındaki bebek, daha önceki haftalara kıyasla çok daha aktif hale gelir. Ayaklarını hareket ettirme, baş parmağını emme gibi doğum sonrası hayatta gerekli olan refleksleri geliştirmeye devam eder. Anne adayları, bu dönemde bebeğin büyümesiyle ilişkili olarak sık idrara çıkma ve yorgunluk gibi şikayetler yaşayabilirler. 31 haftalık hamilelik döneminde bebeğin artan aktivitesi, daha uzun dinlenme sürelerine de yol açabilir. Artık daha uzun uyku döngülerine sahip olan bebek, uyku ve uyanıklık döngüsünde daha düzenli bir seyir izlemeye başlayabilir ve bu durum anne tarafından fark edilebilir.

  1. Hafta Kaç Ay Eder?
  2. Hafta Neler Oluyor?
  3. Hafta Bebek Gelişimi
  4. Hafta Kaç Ay Eder?

31 haftalık bir gebelik süresi, yaklaşık 7 ay ve 3 haftaya eşittir. Bu dönem, aynı zamanda anne adayının hamileliğin son evresine girdiği bir zamanı temsil eder. Büyüyen ve genişleyen rahim, diğer iç organlara bir miktar baskı uygulayabilir ve bu durum çeşitli rahatsızlık hislerine neden olabilir. Anne adayının yaşadığı bu fiziksel değişikliklerin yanı sıra, anne karnındaki bebekte de önemli gelişmeler olur. Vücudu giderek ağırlaşan fetüs, bu süreçte beyin gelişimini de devam ettirir ve bu gelişim, bebeğin doğum sonrası hayatına hazırlanmasında önemli bir rol oynar.

  1. Hafta Neler Oluyor?

Hamileliğin 31. haftasında, büyüyen uterus (rahim) diyaframın üst kısmına ek olarak mesane üzerinde de baskı oluşturur. Bu durum, anne adaylarında sık idrara çıkma gibi şikayetlere yol açabilir. Hapşırma veya öksürme sırasında bazı anne adaylarında idrar kaçırma meydana gelebilir. Bu tür idrarla ilgili problemler genellikle doğum sonrasında, uterusun küçülmesiyle azalmaya başlar. Ancak, hamileliğin vücut üzerindeki yük ve gerilim nedeniyle bazı kadınlarda pelvik taban kaslarında zayıflık görülebilir ve bu durum, doğum sonrasında da idrar kaçırma sorununun devam etmesine neden olabilir.

Ayrıca, bazı kadınlarda hamileliğin bu döneminde kolostrum adı verilen, krema kıvamında ilk süt salgılanmaya başlayabilir. Kolostrum, normal anne sütünden daha yoğun olup, doğum öncesi veya sonrası dönemde salgılanabilir. Bazı kadınlarda birkaç kez salgılanırken, bazılarında hamilelik süresince hiç görülmeyebilir. Kolostrum salgısının, anne adayının vücudunun doğuma hazırlandığını gösteren bir işaret olduğunu unutmamak gerekir.

Bu dönemde, anne adayının karnındaki bebeğin boyutu yaklaşık bir hindistan cevizi kadar olup, karın çevresindeki genişleme devam eder. Karın derisi üzerindeki bu genişleme, çatlaklar olarak bilinen lezyonların oluşumuna neden olabilir. Bu, hamilelik sürecinin doğal bir parçasıdır ve birçok anne adayı bu tür cilt değişikliklerini deneyimler.

  1. Hafta Karın Ağrısı

Hamileliğin 31. haftasında, anne adaylarında kalın bağırsak hareketlerinin yavaşlaması yaygın bir durumdur. Bu yavaşlama, bağırsakların su emilimini artırır ve sonuç olarak kabızlık sorunu ortaya çıkabilir. Kabızlık, bu dönemde sık rastlanan karın ağrılarına neden olabilir ve anne adayları tarafından sıkça deneyimlenen bir belirti olarak ortaya çıkar. Bu durum, hamilelik sürecinin doğal bir parçası olup, anne adaylarının bu dönemde karşılaşabileceği rahatsızlıklardan biridir.

  1. Hafta Kasık Ağrısı

Kasık ağrısı, hamilelik döneminde yaygın olarak görülen ve gebeliğin ilerlemesiyle şiddetinin artabileceği bir şikayettir. Bu ağrılar genellikle bağ doku elemanları gibi kasık bölgesinde hissedilen ağrılar veya vajinal nedenlerden kaynaklanır ve gebelikte kasık ağrısının en yaygın nedenleri arasında yer alır.

  1. Hafta Sancılar

Braxton Hicks kasılmaları olarak adlandırılan sancılar, aralıklarla ortaya çıkan ve genellikle ağrısız kasılmaları ifade eder. Bu sancılar, gebeliğin ilk üç ayı olan birinci trimester içinde de başlayabilir, ancak genellikle anne adayı tarafından ikinci ve üçüncü trimester içinde hissedilir.

  1. Hafta Cinsellik

Hekimler tarafından herhangi bir engel olmadığı sürece cinsel ilişki konusunda herhangi bir kısıtlama bulunmamaktadır. Ancak bu tür aktiviteler sırasında bebeğe enfeksiyon bulaşma riskini en aza indirmek için korunmanız gerektiğini unutmayın.

  1. Hafta Beslenme

Gebeliğin ilerleyen evrelerinde, bebeğin büyümesi için gerekli olan mikro besin maddelerine yeterli miktarda ulaşmak son derece önemlidir. Bu nedenle, sebze ve meyvelerle zenginleştirilmiş sağlıklı ve dengeli bir beslenme programını takip etmek tavsiye edilir.

  1. Hafta Bebek Gelişimi

Gebeliğin 8. ayının başlangıcında, bebeğiniz büyüme eğrisinin ortasına doğru ilerlemektedir. Bu dönemde, bebek cildinin altında yağ depolar ve bu nedenle daha yumuşak bir görünüm kazanır. Anne karnındaki bebek, kol ve bacaklarıyla çeşitli hareketler yapabilen oldukça aktif bir halde bulunur. Genellikle 31. haftada bebek pozisyonu, baş prezentasyonu (sefalik prezentasyon) olarak adlandırılır. Bu pozisyonda bebeğin başı anne rahminin boyun kısmına doğru yönelmiş, bacakları ise göğüs kafesine çekilmiş şekilde bulunur.

31 haftalık bir bebeğin ultrason incelemeleri sırasında göz kırpması tespit edilebilir. Yapılan araştırmalara göre, bu dönemde gözlerini yavaşça kırpan bebeklerin saatte ortalama 6 ila 15 kez göz kırpma sayısı değişebilir.

Akciğerler, bu dönemde gelişen organlar arasındadır. Bebek, nefes egzersizlerine bu dönemde devam eder ve nefes hareketleri 28. haftaya göre yaklaşık olarak 4 kat daha sık gerçekleşir.

31 haftada bebeğin cilt yüzeyindeki lanugo adı verilen ince tüylerin döküldüğü ve cildinin daha pürüzsüz hale geldiği gözlemlenebilir. Bu, cilt altında biriken yağ dokusunun kırışıklıkları engellemesine katkıda bulunur. Bebeğin beyni, doğuma yaklaşırken dış dünya için hazır hale gelme sürecini sürdürür. Bu nedenle sinir hücreleri hızla gelişir ve bebeğin merkezi sinir sistemine işlevsellik kazandırır. Bu hızlı gelişim aynı zamanda 5 temel duyunun gelişimini destekler. Dolayısıyla anne karnındaki bebek tat almaya ve hissetmeye başlayabilir. Bu hislerin gelişimi, sinir hücreleri arasındaki bağlantıların kurulmasıyla ilgilidir. Sinaps adı verilen bu bağlantılar, 31 haftalık bir fetüste milyarlarca sayıya ulaşır ve sinir iletimi hızlı bir şekilde gerçekleşebilir hale gelir. Bebeğin beyni artık bilgi işleyebilme, ışığı takip edebilme ve diğer duyusal sinyalleri algılayabilme yeteneğine sahiptir. Anne karnındaki bebek, çevresindeki farklı kokuları algılayamasa da amniyotik sıvı içinde bulunan maddelerle duyularını dış dünya için hazır hale getirme sürecine devam eder.

  1. Hafta Bebek Kilosu

Gebeliğin 31. haftasında bebeğin baş popo uzunluğu genellikle 28 santimetre civarındadır ve boyu yaklaşık olarak 40 santimetredir. Bebeğin 31. hafta kilosu ise ortalama olarak 1700 gramdır.

31 hafta, doğum ve doğum sonrası hazırlıklarının hız kazandığı bir dönemi işaret eder. Bu dönemde yapılması gerekenleri erken tamamlamak, gebeliğin son aylarında daha rahat olmanıza ve aşırı efor sarf etmekten kaçınmanıza yardımcı olabilir. Ayrıca, anne adayları iş yerlerindeki arkadaşlarına veda ederek bu haftadan sonraki 8 haftalık gebelik izni dönemine geçiş yapabilirler.

Ginseng’in Faydaları Nelerdir?

Ginseng, vücudu fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkenlere karşı koruyucu özelliklere sahip olan oldukça önemli bir bitkidir. Bu kıymetli bitki, pek çok Uzak Doğu ülkesinde tıp ve eczacılık alanlarında kullanılmaktadır. Ginseng, en yaygın tercih edilen bitkisel takviye ürünleri arasında birinci sırada yer alır ve günümüzde fiziksel ve ruhsal sağlığı olumsuz etkileyebilecek birçok faktöre karşı vücut direncini desteklemek amacıyla kullanılmaktadır.

Ginseng Nedir?
Ginseng İçeriğinde Neler Bulunur?
Ginseng’in Faydaları Nelerdir?
Ginseng Bağışıklık Sistemini Güçlendirir Mi?
Ginsengin Cinsel Fonksiyon Üzerine Etkileri Nelerdir?
Stresi Kontrol Etmek İçin Ginseng Kullanımı
Ginseng’in Yan Etkileri Nelerdir?

Ginseng Nedir?

Ginseng, özellikle Çin ve Kore gibi birçok Uzak Doğu ülkesinde doğal olarak yetişen bir bitkidir. Bu bitki türleri arasında genellikle 30-50 cm uzunluğunda, çok yıllık, otsu bir bitki olarak bulunur. Gövdesi dik ve dalları olmayan bir yapıya sahiptir, ancak kökleri gövdesine göre kalındır ve oldukça dallanmıştır. Ginseng bitkisinin her bölümü farmakolojik açıdan aktif bileşenler içerir, ancak en değerli kısım genellikle kök bölgesindedir.

Ginseng bitkisi genellikle 3-6 yıl büyüdükten sonra toplanır. Toplandıktan sonra kuru bir ortamda saklanır. Bu bitkinin kurutulmuş hali “beyaz ginseng” olarak adlandırılırken, fırında pişirilerek elde edilen türü “kırmızı ginseng” olarak bilinir. Ginseng bitkisi, sağlıkla ilgili birçok faydası bulunan önemli bir bitki olarak kabul edilir.

Ginseng İçeriğinde Neler Bulunur?

Ginseng bitkisinin kök, gövde ve yaprak kısımları, 36 farklı ginsenozid bileşiği ile birlikte esansiyel yağ, amino asit, peptid, fitosterol, mineral ve vitamin gibi birçok farklı bileşeni içermektedir. Özellikle kök kısmı, A, B1, B2, B3, B12, C ve E vitaminlerini yüksek miktarlarda içerir. Ginseng kökü ayrıca kalsiyum, demir ve fosfor gibi önemli minerallerin güçlü bir kaynağıdır.

Kök kısmında yoğun olarak bulunan 36 farklı ginsenozid bileşiği, ginseng bitkisinin sağladığı birçok faydalı etkinin sorumlusu olarak kabul edilir. Bu kıymetli bileşen, kanser riskini azaltma, şeker hastalığına karşı direnç oluşturma, bağışıklık sisteminin normal işlevini destekleme, sinir sisteminin hasarlara karşı korunması, hafıza ve kalıcı bellek gelişimini teşvik etme, stres seviyelerini kontrol etme gibi çeşitli farmakolojik ve fizyolojik etkilere sahiptir. Bu nedenle ginseng bitkisi, özellikle Uzak Doğu ülkelerinde tıp alanında yaygın olarak kullanılan önemli bir bitkidir. Ginseng bitkisi, içerdiği birçok değerli bileşen sayesinde insan vücudu üzerinde oldukça faydalı etkilere sahiptir.

Ginseng’in Faydaları Nelerdir?

Ginseng, vücut dayanıklılığını ve direncini artıran adaptojenik bir madde olarak tanımlanabilir. Adaptojenler, vücudun fiziksel ve ruhsal dayanıklılığını artıran maddelerdir ve ginseng, bu tür özelliğe sahip maddeler arasında en yaygın tercih edilenlerden biridir. Ginseng’in faydaları şu şekilde özetlenebilir:

Ginseng, içeriğinde bulunan amino asitler, peptidler, vitaminler ve mineraller sayesinde vücudun fizyolojik işleyişine katkıda bulunur. Bu nedenle sağlıklı bireylerde fiziksel performansı artırabilir.

Sinir hücresi hasarını önler ve hasar görmüş sinir hücrelerinin onarılmasına veya uzaklaştırılmasına yardımcı olarak nörolojik işlevi destekler. Bu, hem fiziksel hem de zihinsel performansı artırıcı bir etkiye sahiptir.

C vitamini (askorbik asit), B12 vitamini ve fosfor içeriği nedeniyle ginseng, antioksidan özellik taşır. Bu özellik, toksinlerin vücuttan atılmasına yardımcı olur, hücresel düzeyde stresi azaltır ve kansere karşı koruyucu bir etki sağlar.

Özellikle stresli durumlarda, adrenal bezden salgılanan stres hormonunu kontrol eder ve tiroit hormonlarının işlevlerini düzeltir. Bu, stresin neden olduğu olumsuz etkileri hafifletmeye yardımcı olur.

Ginseng, vazopressin hormonu ile birlikte çalışarak metabolizma hızını artırır ve aynı zamanda kan şeker seviyelerini düzenler, bu da şeker hastalığına karşı koruma sağlar. Özellikle Panax Ginseng türü, hiperglisemi (yüksek kan şekeri), hiperlipidemi (yüksek kan lipidleri) ve karaciğer yağlanması gibi sorunların tedavisine destek olmak için kullanılır.

Ginseng, vücut için birçok olumlu etki sunan önemli bir bitkidir.

Ginseng Bağışıklık Sistemini Güçlendirir Mi?

“Ginseng nedir?” ve “Ginseng’in faydaları nelerdir?” sorularının ardından sıkça merak edilen bir diğer soru, ginseng’in bağışıklık sistemini güçlendirip güçlendirmediğidir. Ginseng, içeriğinde bulunan pek çok faydalı bileşen sayesinde vücudun sağlıklı işleyişini destekleyen etkilere sahiptir. Yapılan araştırmalar, düzenli ginseng takviyesi alan kişilerin grip ve soğuk algınlığı gibi hastalıklarla daha az karşılaştığını, antikor, lökosit, yardımcı T hücreleri gibi bağışıklık sistemi elemanlarının sayısının arttığını ve kemotaksi, fagositoz ve lenfosit aktivitesi gibi immün sistem fonksiyonlarının güçlendiğini göstermektedir. Bu nedenle vücudun savunma gücünü artırmaya ve bağışıklık sisteminin direncini artırmaya yardımcı olan ginseng takviyesi, ağır kronik bronşit gibi önemli solunum yolu hastalıklarının tedavisinde antibiyotikle birlikte alındığında daha hızlı iyileşmeye katkı sağlar.

Ginsengin Cinsel Fonksiyon Üzerine Etkileri Nelerdir?

Düzenli ginseng takviyesi alan kişiler genellikle vücutlarının fiziksel ve zihinsel performansının arttığını, yorgunluk ve enerjisizlik gibi çeşitli şikayetlerin azaldığını deneyimlerler. Ayrıca, ginsengin düzenli kullanımının kalp-damar yapısını güçlendirdiği, kan dolaşımını ve damar sağlığını iyileştirdiği, sinir sistemi ve hormonal sistemle ilgili çeşitli sorunların büyük ölçüde hafiflediği bilinmektedir. Düzenli ginseng kullanımının cinsel fonksiyonlarda iyileşmeye yol açabileceği gözlemlenmiştir. Menopoz sonrası dönemde 16 hafta boyunca düzenli ginseng takviyesi alan kadınların psikolojik ve fizyolojik sağlıklarının güçlendiği, seks hormonlarının salgı düzeyinin arttığı belirtilmektedir. Ayrıca, sertleşme bozukluğu olarak adlandırılan erektil disfonksiyona sahip kişilerde ginseng takviyesinin %60 oranında faydalı olduğu ve uygun dozlarda kullanıldığında herhangi bir yan etkiye neden olmadığı gözlemlenmiştir.

Stresi Kontrol Etmek İçin Ginseng Kullanımı

Ginseng, uzun yıllar boyunca özellikle fiziksel performansı artırmak ve stres düzeyini kontrol altına almak amacıyla kullanılmıştır. Günümüzde ise hem psikolojik stresle başa çıkmak hem de çeşitli toksinlere maruziyetin neden olduğu hücresel düzeydeki stresi hafifletmek için ginseng takviyelerine başvurulmaktadır.

“Ginseng’in faydaları nelerdir?” sorusuna verilebilecek pek çok yanıt bulunmaktadır. Ginseng, içeriğindeki bileşenler sayesinde özellikle doğrudan strese maruz kalındığında böbrek üstü bezinin fonksiyonlarını düzenler ve buradan salgılanan stres hormonu düzeyini kontrol altına alır. Yapılan araştırmalar, çeşitli stres faktörlerine maruz kalan bireylerde düzenli ginseng takviyelerinin stresin olumsuz etkilerini hafiflettiğini ve ruh sağlığını iyileştirmeye katkı sağladığını göstermektedir.

Ginseng’in Yan Etkileri Nelerdir?

Ginseng takviyesi sağlıklı bireylerde, önerilen dozlarda kullanıldığında uzun süreli kullanımda bile genellikle ciddi yan etkilere yol açmaz. Ancak uzun süre boyunca yüksek doz ginseng kullanımı bazı sağlık sorunlarına neden olabilir. Yüksek doz ginseng kullanımıyla ilişkilendirilebilecek başlıca yan etkiler şunlardır:

Kan Basıncı Yüksekliği: Ginseng içindeki maddeler kan dolaşımını hızlandırabilir. Aşırı ginseng kullanımı sonucu kan basıncı yükselerek hipertansiyon (yüksek tansiyon) gelişebilir.

Ruhsal Etkiler: Düzenli kullanım olumlu etkiler gösterse de uzun süre yüksek doz ginseng kullanımı kişide sinirlilik ve gerginlik gibi ruh hali değişikliklerine yol açabilir.

Sindirim Sorunları: Ginseng, fazla tüketildiğinde sindirim sistemi problemlerine neden olabilir ve sıkça ishal gibi şikayetlere yol açabilir.

Uykusuzluk: Fiziksel ve zihinsel performansı artırıcı bir özelliğe sahip olan ginseng, uzun süreli yüksek doz kullanımı sonucu kronik uykusuzluk sorununa yol açabilir.

Hormonal Etkiler: Özellikle yüksek doz ginseng kullanımıyla, östrojen hormon düzeyinde değişikliklere bağlı olarak meme ağrısı, anormal vajinal kanama, libido artışı gibi çeşitli şikayetler görülebilir.

Ginseng takviyesinin bu etkileri, kişinin yaşına, cinsiyetine, genel sağlık durumuna, fiziksel aktivite düzeyine, beslenme alışkanlıklarına, düzenli kullanılan ilaçlara ve bu ilaçların ginseng ile etkileşimine bağlı olarak farklılık gösterebilir. Bu nedenle ginseng takviyesine başlamadan önce bir sağlık profesyoneli ile iletişime geçmek ve kullanılan diğer bitkisel takviyeleri doktora bildirmek önerilir.

Böbrek Taşı Nedir? Tedavi Yöntemleri Nelerdir?

Böbrekler, vücuttaki metabolik atıkların uzaklaştırılması gibi birçok önemli görevi olan boşaltım sisteminin temel organlarıdır. Bu nedenle, böbreklerde meydana gelen en küçük bir sorun, tüm vücudu büyük ölçüde etkileyebilir. Böbrek hastalıklarından biri olan ve sıkça karşılaşılan böbrek taşı hastalığı, dünya genelinde Asya ve Uzak Doğu’da daha az yaygınken, Hindistan, Ortadoğu ve ülkemiz gibi bölgelerde sıkça görülen bir sorundur. Tedavi edilmezse böbrek kaybına neden olabilen bu hastalığın zamanında teşhis edilip tedavi edilmesi son derece önemlidir.

  • Böbrek Taşı Nedir?
  • Böbrek Taşı Belirtileri Nelerdir?
  • Böbrek Taşı Nedenleri
  • Böbrek Taşı Çeşitleri
  • Böbrek Taşı Teşhisi
  • Böbrek Taşı Tedavi Yöntemleri

Böbrek Taşı Nedir?

Böbrek kanallarında genellikle bilinmeyen nedenlere bağlı olarak bazı minerallerin birleşmesiyle oluşan sert yapılar böbrek taşı olarak adlandırılır. Bu hastalık, erkeklerde kadınlara göre 3 kat daha sık görülür. Bir kez meydana geldiğinde, tedavi edilse bile genellikle tekrarlama eğilimindedir. Her yaşta görülebilir, ancak 30’lu yaşlardaki bireylerde daha sık görülür. Böbrek taşları tedavi edilmezse böbrek kanallarının tıkanmasına neden olabilir ve bu da böbrek içinde basınç artışına yol açarak şiddetli ağrı ve organ fonksiyonlarında bozulmalara neden olabilir. Bu nedenle böbrek taşı olan bireyler, ağrıları olmasa bile mutlaka tedavi görmelidirler.

Böbrek Taşı Belirtileri Nelerdir?

Böbrek taşı hastalığının bilinen en yaygın belirtileri şunlardır:

  • Şiddetli göğüs, karın ve bel ağrıları
  • Bulantı ve kusma
  • İdrarda kan görülmesi

Böbrek Taşı Nedenleri

Böbrek taşı oluşumunun kesin nedeni tam olarak bilinmese de, hastalığın gelişme riskini artırabilecek bazı faktörler vardır. Ailesinde böbrek taşı hastalığı öyküsü bulunan bireylerde bu hastalığa yakalanma riski oldukça yüksektir. Yanlış beslenme alışkanlıkları da böbrekte taş oluşma riskini artırabilir. Bunların yanı sıra, böbrek taşı oluşma riskini artırabilecek faktörler şunlar olabilir:

  • Obezite
  • Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları
  • Daha önce böbrek taşı problemi yaşamış olmak
  • Yetersiz fiziksel aktivite
  • Doğumsal böbrek anomalileri
  • Böbreklerde başka herhangi bir hastalığın varlığı
  • Kronik bağırsak problemleri
  • Gut hastalığı

Böbrek Taşı Çeşitleri

Böbrek taşı hastalığının bilinen en yaygın belirtileri şunlardır:

  • Şiddetli göğüs, karın ve bel ağrıları
  • Bulantı ve kusma
  • İdrarda kan görülmesi

Böbrek taşı, oluşturan minerallere göre aşağıdaki çeşitlere ayrılır:

Kalsiyum taşları: Kalsiyum oksalat ve kalsiyum fosfat gibi kalsiyumun çeşitli bileşiklerinin oluşturduğu taşlardır. Tüm böbrek taşı vakalarının yaklaşık %75’i kalsiyum taşlarından oluşmaktadır.

Ürik asit taşları: Genellikle yüksek proteinli diyetle beslenen bireylerde görülen böbrek taşı türüdür.

Sistin taşları: Nadir görülen bir böbrek taşı türü olmakla birlikte genellikle metabolik bozukluklardan kaynaklıdır.

Sitruvit (enfeksiyon) taşları: Genellikle idrar yolu enfeksiyonlarından kaynaklanan bu taş türü, çok hızlı büyümesi nedeniyle kısa sürede ciddi böbrek hasarına yol açabilmektedir.

Böbrek Taşı Teşhisi

Böbrek taşı teşhisinde, farklı laboratuvar testlerinin yanı sıra tıbbi görüntüleme yöntemleri kullanılır. Bu tanı testlerinden bazıları şunlardır:

  • Ultrasonografi
  • Üreteroskopi
  • Röntgen
  • Bilgisayarlı tomografi (BT)
  • İdrar analizi

Böbrek Taşı Tedavi Yöntemleri

Böbrek taşı rahatsızlığının tedavi süreci, taşın boyutu ve türü gibi faktörlere göre değişkenlik gösterir. Bu hastalığın tedavisinde safra kesesi taşları için de kullanılan bazı yöntemler bulunur. Bazı taşlar ameliyat gerektirmeyebilir ve birtakım ilaçlarla eritilebilirler. Özellikle küçük boyutlu taşlarda doktorun önerdiği ilaç tedavileri, bol su içimi ile birlikte kullanılabilir, böylece taşların idrar yoluyla atılması teşvik edilebilir. Daha büyük taşlar için eskiden açık ameliyatlar uygulanırdı. Ancak gelişen tıp teknolojisi ile bu zorlu iyileşme süreci gerektiren ve hastalığın tekrarlama riskini artıran yöntem, daha yenilikçi uygulamalara bırakmıştır.

Eritilemeyen ve belirli bir boyutun altındaki taşlarda, ESWL (Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy) olarak adlandırılan şok dalga litotripsi tedavisi uygulanabilir. Ayrıca idrar yolundan RIRS tedavisi veya üreteroskopi ile taş kırma veya çıkarma işlemleri de gerçekleştirilebilir. Bazı durumlarda ise taşın böbrekten doğrudan çıkarıldığı kapalı böbrek taşı ameliyatı olarak da bilinen nefrolitotomi operasyonu tercih edilebilir. Hangi tedavi yönteminin kullanılacağı, ürolog tarafından yapılacak detaylı bir muayene sonrasında belirlenmelidir.

Tedavi sürecinin yanı sıra, tedavi sonrası dönemde yeni taş oluşumlarını engellemek de önemlidir. Hastanın sahip olduğu taş türünün bilinmesi, beslenme planında bu taşın oluşum riskini artırabilecek yiyeceklerden kaçınılmasını gerektirir. Ayrıca böbrek taşı oluşumunu önlemek için bol su içmeye dikkat edilmelidir. Eğer böbrek taşı sorunu yaşıyorsanız, şiddetli ağrıları beklemeksizin bir sağlık kuruluşuna başvurarak tedavi sürecinizi başlatabilir ve daha ciddi sağlık sorunlarının önüne geçebilirsiniz.